Bu bir sır değil. Teknolojide önder olmadığımız gibi teknolojinin yeniden şekillendirdiği toplumun şekillenmesinde, dönüşümü tanımlayıcı sosyal araçların üretilmesinde de önder değiliz. Ne transistörleri, ne temel algoritmaları, ne de elektronik devreleri icat eden, teknoloji dönüşümünü başlatan biz değiliz. Interneti bulan, tüm dünyaya yayan, sosyal medyayı icat eden biz olmadığımız gibi. Aydınlanma çağını, sanayileşme çağını, atom çağını ve sonunda da bilgi çağını yaratan ve katkı sunan da biz değiliz. İnsan haklarını, kişi haklarını ve bilgi toplumunda bireyin haklarını kurup, geliştirenler arasında da değiliz.

 
Biz arkadan giden, kıskandığı adama benzemek için şeklini dönüşmeye çalışırken, özü kaçırdığı için trajikomik manzaralar çizen ve çağı şekillendiren toplumların yaptıklarını kopyalayarak modern çağa ayak uydurmaya çalışan bir toplumuz. Hukukçular kızmasın ama aynı durum hukuk teorisi ve pratiğinde de geçerli. Neredeyse 200 yıldır tercüme yasalarla, toplumsallığımızın üretimi olmayan kavramları, süreçleri ve kurumları kendi bünyemize aşılamaya çalışıyoruz.  Buralarda hukuk yüzlerce yıl birikip, dönüşerek gelen içtihatlardan doğmaz, bir parmak şıklatmayla bir yıl önce verdiği kararın tam zıddını verebilecek çoğunluğu verdiği kararın esasını, dayandığı temel ilkeleri ve onların tarihsel kökleri ile felsefi alt yapılarını bilmeyen hukukçuların türettiği laf kalabalıklarından oluşur.

Hukukçulara haksızlık etmeyelim. Din adamlarımıza o kadar güvenmeyiz ki, kendi yazdıkları metinleri kendi cemaatlerine okumalarına izin vermeyiz. Bizim din adamlarımız devlet memurudur ve devlet o aralar hangi dini anlayışı makbul görüyorsa onu tekrarlamakla mezundurlar. Okuyacakları hutbeler tek merkezden çıkar. İmamlarımızın çoğu neye neden inandıklarını tartabilecek eğitimden yoksun bırakılmışlardır. Zira sürüden ayrılanı kurt kapabilecektir.

Öğretmenlerimiz farklı mıdır? Bir milyon öğretmenin hiç biri kendi eğitimine, kendi tecrübeline ve kendi becerilerine bağlı olarak özgün bir eğitim anlayışı üretemez. Çıkıntılık yapanı önce kendi meslektaşları sindirir, sonra disiplin süreçleri.  Bir milyon öğretmen sanki kendilerinin planlama ve düzenleme imkanı ve yetkisi varmış gibi her yıl önceden belirlenmiş müfredatı, öğretmen sitelerinde paylaşılan kopyalarından onlarca sayfa olarak basıp okullarına teslim ederler. Sanki okuyup, kontrol eden varmış gibi. Milyonlarca sayfalık koca bir kütüphaneyi dolduran bu kadar yazı, aslında beş-on örneğin yüzbinlerce kere çoğaltılmış kopyasından başka bir şey değildir.

Mühendislerimizi ayırıyorum. Zira onlar matematiğin evrensel dili ve ihtiyaçların kaçınılmazlığı üzerinde çalışmak zorunda olduklarından daha özgürlerdir. Ama mühendislikten sosyal çıktı alamazsınız.

Aman bana kızmayın. Yekünün tamamı böyledir demiyorum. Ama varlarsa da sorun yok, zira sistem çıkıntıları etkili bir şekilde temizleyerek yokuş aşağı yerçekiminin gücüyle yuvarlanmayı başaracaktır. Hikmet-i hükümeti anlamaktan aciz biz kulların tatlı beyinlerini zorlamalarına, baş ağrıları çekmelerine lüzum yoktur. Nasıl olsa hem hukuk, hem haklar hem de siyaset teorisi hem inanç hem de pedagoji başka bir yerlerde üretilmektedir, kıt yabancı dillerimizle tercüme edip yayınlayalım diye. Nasıl olsa bir devletlü, bir şeyh, bir hoca, bir parti başkanı köşede bizim yerimize söz söylemek için duruyordur.

Israr ediyorum. Bana kızıp, tarihteki başarılarımızı ve insanlığı etkileyen katkılarımızı küçümsemekle  suçlayacağınızı zannetmiyorum. Eminim bu yazıyı okuyan siz bu şekilde kendini avutan kalabalıklardan değilsinizdir!

Bu kadar retoriği üst üste anlatıp neden canınızı sıktığımı düşünüyor olmalısınız.

İşin gerçeği şu ki biz Batı’nın fotokopicide kopyalanmış ciltli bir kopyasından başka bir şey değiliz.

Kendi kendine reklam yapmayı seven, dünyanın yüzde %1’i olmasına rağmen tüm dünyayı kendinden ibaret sanan, tek şanlı tarihin kendisine ait olduğunu zanneden ve hatta Allah’ın seçtiği bir millet olduğumuza inanan insanlar olabilir aranızda. Duymaktan hiç hazzetmediğiniz bu şeyleri söyleyerek canınızı sıkmak istemezdim.

Ama şunu büyük bir kararlılıkla söylememe izin verin. Ben düşünme eyleminin gerçekleşebilmesi için gerçekle masalı ayırt etmenin, kendine dürüstlük ve gerçeklik aynasından bakmanın şart olduğuna inanıyorum. Düşünmeden oraya buraya koşturan kitlelerin de çocukları için düzgün, adil, mutlu ve özgür bir gelecek inşa edebileceklerine inanmıyorum.

Bana kızıp, beni aşağılık hissine kapılmakla, Batı’nın ajanı olmakla, Doğu’nun değerlerini bir türlü anlamamakla itham ediyor da olabilirsiniz.  Boş gurur, kendini avutma ve “mehter” ya da “onuncu yıl marşı” dinleyerek bana kızgınlığınızı giderebilirsiniz.

Ama eminim şimdi zihninizin bir yerlerinde “neden” sorusunu sormaya başlamışsınızdır. O zaman şu soruyu da eklememe izin verin.

“1,5 milyan müslüman Allah’ın bir işareti olarak bir anda yeryüzünden kaybolsaydı, insanlık ne kaybederdi?”