Merhaba,

Fikirlerime ev sahipliği yapmayı kabul eden ve bana kapılarını açan meridyenhaber'e teşekkür ederek başlayayım.

Kargaşanın hakim olduğu, bizi hayata demir çıpalarla bağladığını zannettiğimiz temel değerlerin sarsıldığı, dostun dosta, babanın oğluna, kardeşin kardeşine, komşunun komşuya zarar verdiği, toplumun tüm kareleri ile sapır sapır döküldüğü, mozayiğin çatladığı, cehaletin eğitimli olmaktan yeğ olduğu, yalakaların artık utanmak zorunda kalmadığı, devletin tüm organları ile partili bir pelteye dönüştüğü garip zamanlardan geçiyoruz.

Sorgulayan ve bağımsız düşünceye sahip her hangi bir insanın yaşananlara isyan etmeyle, her şeyi boş vermeyi aynı anda yaşayabildiği garip zamanlar. Kalıp mücadele etmeyle, gidip huzur arama arzusunun aynı anda yanıp sönebildiği zamanlar. İnsanlar bulup konuşabilmeyle, insanlardan kaçıp sessizce duvarları seyretme isteğinin birbiriyle çelişmediği zamanlar.

Şimdi klavyenin başına geçtiğim şu anda kullandığım yazılımın hemen solunda eski notlara kaydı gözüm. Eylül 2015'te şimdi hatırlamadığım bir sebeple not ettiğim bir cümle ilişiyor gözüme:

"Kim yazı yazmak ister ki? Her türlü değerin ayaklar altına alındığı, insanların insanların yüzüne bakamaz hale geldiği, kimin kime inanacağını bilemediği böyle bir dönemde."

Dedim ya garip zamanlar diye! Neden bu notu düştüğümü hatırlamasam da, geçen beş koca yıl içinde onlarca yazı yazdığımı, üç farklı blog yayınlayarak kendimi ifade etmeye çalıştığımı biliyorum.

Peki, böyle yeni bir mecrada yazmaya nereden başlamak lazım. Her şeyin alt üst olduğu bir dönemde ışığa ulaşmak için yıkıntıların arasından nasıl bir yol izleyebilirim veya izleyebiliriz.

Bu aşamaya kadar zaten kararmış olan ruhunuzu daha da karartmış olmalıyım. Zira yazarken ben de böyle hissettim. Ama yazar sonunu kestiremese de karanlıkta el yordamıyla ilerlerken bile uzakta hayal meyal seçilen bir ışığı takip eder. Gelin beraber yıkıntıları sağa, sola çekmeye yolumuzu yavaş yavaş açmaya başlayalım.

Her şeyden önce şunu bilmemiz lazım ki, yaşadığımız bu kötülükler ilk kez yaşanmıyor. Bugüne kadar bulunan en eski insan iskeleti 315 bin yıl öncesine gidiyor (https://tinyurl.com/yxwze9yf). Adem ne zaman yaşamıştı bilemiyoruz ama şimdiki bulgulardan yola çıkarak bir varlık olarak ortaya çıkmanıza kadar neredeyse 10 bin neslin geçtiğini, 10 bin erkek, 10 bin de kadın atanızın bu dünyadan gelip geçtiğini söyleyebiliriz.

Doğasındaki standart ve verili karakteri sebebiyle ağırlıklı olarak kötü olan insanın, yüzbinlerce yıl boyunca defalarca tekrarladıklarından başka bir şey yaşamıyorsunuz. Ve her birimizin yüreğinin en derinine gömülü iyilik ve kötülük arasında yaşanan mücadele de yeni değil. Mücadelenin eski olduğunu anladıktan sonra bilmemiz gereken neden bu mücadelenin tarafı olmamız gerektiği.

Ve bilmemiz gereken bir diğer gerçek ise, tartışılmaz bir şekilde mutlak ve değişmez olarak kabul ettiğiniz hiç bir şeyin öyle olmadığı. Evet, tarih kendini sürekli tekrarlarmış gibi görünür ama bu zamanın akıp giden sularının yönünü değiştiremeyeceğimiz anlamına gelmez. 10 bin neslin her bir birinin kendi doğrularını, değerlerini ve ideallerini baştan şekillendirdiğidir.

Açıkça söylemek lazım ben de yaşadığım onca kötülükten sonra, "bu milletten adam olmaz" noktasına geldim. Ama en başta söylediğim gibi çelişkiler krallığının küçük bir yurttaşı olarak aynı anda hep bir şeylerin "değiştirilebileceğine" de inandım.

Yaşamın büyük öğreticiliği altında, adam yerine koyduklarımın ruhlarındaki acziyetin ürettiği kötülüğü görmesem, duygu coşkunluğu ile söylev atanların sıradanlığını anlamasam, sosyal medya teknolojileri sayesinde suskun cahillerin sessizliğinin hiç bir erdem içermediğini fark etmiş olmasam, gelişmeleri için emek sarf ettiğim onlarca insanın ürkek suskunluğunda insanın güdülebilirliğini tecrübe etmiş olmasam "Ne çok şey kaybederdim".

Kültürel ve folklorik değerlerin mutlaklığının bir serap olduğunu yaşamadan nasıl anlayabilirdim? Veya hayatım boyunca insan doğasının çıplak vahşiliğine karşı içgüdüsel olarak hissettiklerimin, şecaat arz eden merd-i kıptiler tarafından ispatlanmasını tecrübe etmesem, masallar üzerine kurulu kısa varlığımı nasıl tartıp, gerçek ağırlığını ölçebilirdim.

Eğer, kıymetli yayıncılarım katlanabilirlerse ben buradan bir yolculuğa çıkacağım. Bildiklerimden çok bilmediklerimin, idrak edebildiklerimden çok anlam veremediklerimin sarıp sarmaladığı bilincimin bir ömür biçilen hakk-ı hayatının akıp gittiği bu karanlık tünelde, atalarımın yüzbinlerce yıldır yaptığı gibi "anlamı" ve "doğruyu" bulmaya çalışacağım.

Bütün kutsanmışlıklardan arındıracağım zihnimi, hakikati arama yolunda deri kementlerle bağlayan kurgulanmış ve geçici değerlerin bağından serbest bırakmaya çalışacağım. hiç bir üst değerin benim korumama ihtiyaç duymadığı ve eksik insan tarafından üretilmiş hiç bir üst değerin "savunma psikolojisi" ile avukatlığına soyunmayacağım bir yolculuk olacak bu.

Ömrüm kısa ve bu gariplikler ülkesinde yaşadıklarımdan da öğrendiğim üzere, düşünmek ve tartmak için bana tanınan süre hızla geçip gidiyor. Çılgın akan nehirde zar zor tutunduğu dalı öylece bırakıp, tutunacak yeni bir dalı bir daha nerede ve ne şekilde bulacağını bilmeden kendini akıntıya bırakan bir maceraperest gibi.

Şahsen, yalnız çıktığımı düşündüğüm bu yolculukta, en baştan söyleyeyim, söylediklerimin çoğunu beğenmeyeceksiniz. Hatta kuvvetle muhtemeldir ki bana çok kızacaksınız. Sizi baştan anlıyor olacağım, bir zamanlar bazı şeylerin "avukatlığına" soyunmaya ve "öteki" saydıklarına karşı çoğu kurgudan ibaret bu şeyleri korumayı bir amaç zanneden eski benliğin izlerini hala zihninde ve gönlünde taşıyan bir insan olarak.

Çatışmanın hakikatin kendisinden daha çok keyif verdiği, gırtlağına kadar çamur dolu pis bir çukurda bir avuç çamur için alt alta, üst üste boğuşan bir toplumun kenara çekilmiş ve bulandıkları çamurdan kimin kim olduğunun seçilemediği ve az önce ayrıldığı bu garip insan yığınına şaşkınlıkla bakıp, çukurdan nasıl çıkabileceğini düşünmeye başlamış bir insan olarak.

Doğrusu anlaşılmayı beklemiyorum, toplumsal determinist bir insan olarak. Kenardan olasılıkları fısıldayan kısık bir ses olarak.

Sabrınızın ve hoş görünüzün izin verdiği köşeye kadar!

M. Rüştü Çalıkoğlu