Kayyum Rejimi: Sandığı Hükümsüz Kılan Merkeziyetçilik Kapanı ve Kurumsal Aşınma

​Türkiye siyasetinde yürütmenin sandığa müdahalesinin yeni normali olan kayyum atamaları, güvenlik kaygılarından 'adi suç' iddialarına kayarak, yerel özerkliği tamamen sıfırlayan merkeziyetçi bir rejimin silahına dönüştü. Anayasal Masumiyet Karinesini ve Orantılılık İlkesini yok sayan bu uygulama, yerel yönetimlerin kaderini halkın iradesinden alıp, Ankara’daki idari karargâhlara taşımaktadır.

​Türkiye siyasetinin kurumsal güveni en derinden zedeleyen tartışma konularından biri olan kayyum atamaları, yıllar içinde nitelik ve kapsam değiştirerek yerel demokrasi için çok daha geniş bir tehdit dalgası oluşturmaya başladı. Uygulamanın başlangıçta "terörle mücadele" ekseninde ve ağırlıklı olarak HDP/DEM Parti’nin kazandığı belediyelerle sınırlı kalması, tartışmayı belirli bir güvenlik politikası alanına hapsediyordu. Ancak son dönemde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'ne mensup belediye başkanlarının da "adi suç" iddialarıyla görevden uzaklaştırılması, bu mekanizmanın sistemik bir siyasi-idari denetim ve tasfiye aracına evrildiğini kanıtlamaktadır. Bu genişleme, kayyum atamalarının hukuki sınırları aşan ve siyasi amaçlarla kullanıldığı yönündeki eleştirileri güçlendirmekte; uygulamayı, seçilmişleri atanmışlara tabi kılan, yerel özerkliği tamamen ortadan kaldıran merkeziyetçi bir rejimin en sert silahı konumuna yükseltmektedir.

​I. Gerekçe Değişimi: Operasyonel Güvenlikten Siyasi Denetime Geçiş

​Kayyum müdahalesinin ilk dönemlerinde temel yasal gerekçe, temelde 5393 Sayılı Belediye Kanunu'nun ilgili maddeleri çerçevesinde, belediye başkanlarının yetkilerini terörle bağlantılı suçlar için kullanması iddiasına dayanıyordu. Bu durum, eleştirmenler için dahi "güvenlik" ve "halkın iradesi" arasındaki çetrefilli bir denge sorunu olarak görülüyordu.

​Ancak, CHP’li belediyelere yönelik son uzaklaştırma kararlarında, ana gerekçenin yolsuzluk, usulsüzlük, ihaleye fesat karıştırma gibi "adi suç" iddialarına kayması, uygulamanın amacının radikal bir değişim geçirdiğini gösteriyor. Yolsuzlukla mücadele meşru bir kamu hizmetidir; ancak kesinleşmiş bir yargı kararı olmaksızın idari bir kararla görevden alma ve yerine kayyum atama eylemi, amacın hukuku tesis etmekten çok, siyasi muhalifleri idari mekanizmalarla yıpratmak ve siyasi zemini kaybetmeye başladığı yerel yönetimleri merkezi iktidarın kontrolüne almak olduğu şüphesini doğurmaktadır.

​Nihai sonuç, gerekçe ne olursa olsun, aynıdır: Sandıkta Tezahür Eden İrade'nin, merkezi bir memur kararıyla geçersiz kılınması.

​II. Kurumsal Aşınma: Hukukun Evrensel İlkeleri Rafta

​Kayyum uygulaması, hukuk devleti ve adil yargılanma ilkelerine yönelik ağır bir kurumsal aşınmaya yol açmaktadır.

​Masumiyet Karinesinin İhlali

​Anayasa'nın 38. Maddesi ve evrensel hukukun temel ilkesi olan Masumiyet Karinesi (suçu ispatlanana kadar masum sayılma), bu uygulamayla fiilen ihlal edilmektedir. Soruşturma aşamasında alınan görevden uzaklaştırma tedbiri, pratikte bir yargı kararı olmadan uygulanan siyasi bir cezaya dönüşmektedir. Bu süreçte, başkanlar görevden uzaklaştırılmakla kalmıyor, yerine merkezi idareden atanan kayyumun getirilmesiyle yerel yönetim üzerindeki icra yetkisi tamamen kaybediliyor. Bu durum, iddia makamının yetkisini, yargı makamının ceza yetkisiyle eşitleyen, demokratik bir sistemde kabul edilemez bir uygulamadır.

​Orantılılık İlkesinin İhmali ve Vesayet Yetkisinin Aşımı

​Bir belediye başkanı hakkındaki yolsuzluk iddiası üzerine soruşturmanın selameti için geçici görevden uzaklaştırma bir idari tedbir olabilir. Ancak, Orantılılık İlkesi, tedbirin amaca ulaşmak için gerekli olan en hafif müdahale olmasını gerektirir. Kayyum ataması ise, yerel özerkliği tamamen ortadan kaldıran, denetim ve vesayet yetkisinin sınırlarını aşan en ağır müdahaledir. Anayasa'nın 127. Maddesi ile merkezi idareye tanınan "vesayet yetkisi" (idarenin hukuka uygunluğunu denetleme), bir yerel yönetimin temel siyasi ve idari tercihlerini değiştiren, personeli tasfiye eden bir "istila" aracına dönüştürülmektedir.

​III. Siyasi Çoğulculuğun ve Sandığın Hükmünün Sonu

​Kayyum uygulaması, siyasi baskı aracı olarak algılanması nedeniyle, Türkiye'nin siyasi çoğulculuğunu doğrudan tehdit etmektedir.

​Uygulamanın HDP’den sonra CHP’ye sıçraması, kayyum müessesesinin artık sadece bir etnik/güvenlik meselesi olmaktan çıkıp, merkezi iktidarın siyasi rekabet alanındaki tüm güçlü muhalif aktörleri hedef alabileceği algısını oluşturmaktadır. Bu, iktidarın yerel yönetimlerdeki muhalif temsili meşru görmediği ve her an idari tasarrufla değiştirebileceği endişesini güçlendirir. Siyasi mücadelenin sandıktan idari karargâhlara taşınması tehlikesi doğar.

​Kayyum atamaları, Türkiye'deki yönetim sisteminin ne kadar kırılgan ve merkeziyetçi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Bu durum, yerel özerkliği bir "lütuf" olarak gören ve gerektiğinde siyasi-idari kararla geri alabilen merkeziyetçi, otoriter bir yönetim biçimini derinleştirmektedir.

​Seçimle gelenin keyfi idari kararlarla görevden alınabilmesi, vatandaşın sandığa olan güvenini sarsar. Halkta "oy versek bile bir anlamı yok" düşüncesini yaygınlaştırarak, siyasi katılımı ve demokrasiye olan inancı zayıflatır. Bu kopuş, ülkenin demokratikleşme potansiyelini uzun vadede tahrip etmektedir.

​SONUÇ: Kayyum Rejiminden Hukuk Devleti Normlarına Dönüş

​Kayyum uygulaması, Türkiye’de biriken demokrasi açığının en somut göstergesidir. Yolsuzlukla mücadele, kayyum ataması gibi anti-demokratik araçlarla değil, bağımsız ve şeffaf çalışan yargı, bağımsız denetim kurumları (Sayıştay gibi) ve siyasi etiğin güçlendirilmesiyle mümkündür.

​Türkiye'nin hukuki güvenlik ve yerel demokrasiyi tesis etme zorunluluğu açıktır:

​Yerel Meclis Önceliği: Belediye başkanlarının görevden uzaklaştırılması sadece geçici bir tedbir olmalı; ancak 5393 Sayılı Kanun’un öngördüğü şekilde, atılacak yöneticinin yerine, belediye meclisinin kendi üyeleri arasından yeni bir başkan seçme hakkı istisnasız bir şekilde uygulanmalıdır. Kayyum ataması, ancak kesinleşmiş yargı kararlarıyla ve meclisin yasal olarak çalışamaz hale gelmesi gibi çok istisnai durumlarla sınırlandırılmalıdır.

​Yargı Önceliği İlkesi: Yürütme, yargının işine karışmamalıdır. Seçilmişlerin akıbeti, idari değil, bağımsız bir yargı sürecinin kesinleşmiş kararına bırakılmalıdır.

​Aksi takdirde, kayyum müessesesi, partiler üstü bir merkeziyetçi denetim silahı olarak, Türkiye’nin yerel özerkliğini ve siyasi çoğulculuğunu sürekli olarak tehdit etmeye devam edecektir. Sağlıklı bir demokrasinin temel direklerini dinamitleyen bu durum, yerel yönetimlerin kaderinin Ankara’daki bir memur kararıyla değil, halkın iradesiyle tayin edilmesi zorunluluğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.

FATMA YILDIZ