İKİ DAMLA GÜLÜMSE GÜLYABANİ

Ebu Ubeyde’yi zafer konuşması yaparken görmek, cennetle müjdelenmek gibi bir saadet. Ve cehennem sanki, bu zaferde hak sahibi olmadığımızı bilmek… Gazzeliler bedel ödedi; ülkemizde hariçten gazel okundu. Gazzeliler sırtlarını yalnızca Allah’a yasladı; yurdumun reel politik sunaklarında ise, konjonktürel tanrılara kurban sunuldu. Düğün evinin dansçısı, taziye evinin yasçısıydık biz. Bir yandan Gazze için gözyaşı döktük, bir yandan israili yemledik. Yanında sakız patlatılsa nabız alınamayacak, arkasından çatapat atılsa ödü çatlayacak bir düşman vardı karşımızda. Öyle cılız, öyle çapsız, öyle ödlek, öyle ürkek. Hep bir ağızdan üflense, anında yere düşürülecek... 

Gargat ağacının dünyanın en zayıf ağacı olduğunu öğrendikten sonra, hüznüm daha da katmerlendi. Son derece heybetli ve görkemli görünen bu ağaç, toprağından en rahat ayırılabilen, kökünden en kolay sökülebilen ağaçmış meğerki…

Gargat ağacının en güçsüz, en köksüz ağaç olduğunu öğrenmemin ardından, siyonistleri bir gulyabani güruhu gibi gördüm Gülyabani. Bazen vampir, bazen de kurşun asker gibi. Gerçeklikten öyle uzak, öyle hikaye, öyle gölge bir tuzak. Olabildiğince etkin ve yetkin profillerine rağmen, tastamam bir etkisiz eleman aslen…

Bir gulyabani sürüsü canımıza okudu Gülyabani. Bir grup vampir, kanımızı dişledi. Ruhumuzu sakatladı kurşun askerler. Böylesine balon gibi şişirilmiş, böylesine meydan verilmiş canavarların yeryüzünde diledikleri şekilde at koşturması ızdırabımı pekiştirdi. Kale gibi imanımızla zalimin karşısına durmamız gerekirken, kale alınmayan bir ümmet haline gelmemiz, öldürdü yaşama sevincimi. Ütopik düşlerime düşen dispotik gerçekliğin ağırlığı, hafifletti hayatla bağlarımı…

Ah Gülyabani! Bab-ı hayat olman bir yana, ab-ı memat olsan içerim kana kana. Yeter ki, hiç eksilme yanımda. Varlığına rağmen, yok olmak istedim bazen Gülyabani. Oysaki; dünyadaki en ender gül gibi taşıyorum seni. Öylesine zarif kalbimdeki makamın, öylesine âli. Sen ki; ruzda mihri, tünde mahısın ayn’ımın. Gel görki; suretimi resmedemeyecek kadar karanlıktı, her biri aynaların… Sen konuşunca, dünya susar kulaklarımda. Dünya arkamda kalır bir bakışınla. Ses değil ki sendeki; bir mutluluk senfonisi. Sana anlatmak, seni dinlemek; her daim en yüksek oranda indirir, kederimin ederini. Lakin; seninle dertleşmek bile yumuşatamadı, ruhuma batan dikenin her an sertleşmesini… Nefesini bile saklamak isterim ben senin. Başa sarıp tekrar tekrar dinlemek için. Fakat, aldığım her nefeste, ölümü aldım içime. Bir can verdim, verdiğim her nefeste…

Biliyorsun Gülyabani; triple kavrulmuş yürek yangınlarımızın mimarı, çifte savrulmuş İslam alemi. Yazık ki, bir gulyabani kabilesinin Gazze cinayetleri bile bütünleştiremedi, paramparça ettiğimiz birliğimizi. Hamasi birkaç kelam ve Hamas’a selamla yetindi, Müslüman halkların liderleri. Ömürlerince istiğfar etmeleri gereken günah ehli ile iftihar edildi. Anlayamamanın ve anlatamamanın çaresizliğiydi belki de, bunca tükenmişliğimin gerekçesi...

Şiircenin unutulduğu coğrafyada, hangi lisanda seslensin şair? Dirilerin gömüldüğü kabristanda, hangi salayla uyandırılsın şehir? Güllerin susturulduğu gülistanda, hangi besteyi güftelesin bülbül? Yağmurların donduğu toprakta, hangi baharı yeşertsin gönül?..

Son nefesime dek susturmalıydım belki; son nefesime dek haykırmak istediklerimi. Hislerimin dilsizliğine hapsetmeliydim, düşüncelerimin dipsizliğini. Hedefe varmıyorsa, kalemini kırmalıydım; bir ok gibi kullandığım kalemimin. Yasını tutmamalıydım, yazılmamış şiirlerimin silinişinin. Birer birer darağacına asmalıydım, dağarcığımda biriktirdiğim kelimelerimi. Celladı olmalıydım, ölü doğmuş günlerimin.  Ölümsemeliydim; düşmesini seyrederken, gülümseyerek kurduğum düşlerimin. Titremeliydi yüreğim, ellerim titreyerek defnederken anılarımı. Toprağın üstünde bırakmamalıydım, bedenime ait zerre miktarında toprağı. Kayıtsızca kaybolmalıydım; kaydolduğum hayata dair tüm kayıtlarımı ve varlığımla alakalı tüm kanıtlarımı yükleyerek omuzlarıma. Sığamadığım bütün kalıplarımı, ve Rab’bime sığındığım bütün ayıplarımı geceye sararak karışmalıydım kayıplara. İsmim; isimsiz kalmalıydı, cismim; cisimsiz. Kuş cıvıltıları eksilmeyen içim; içsiz olmalıydı, dünyaya bıraktığım son izim; izsiz…

Hangi şehrin gözlerine uzatsam bakışlarımı, bir harabeydi. Hangi şiirin dizelerine yaslasam başımı, kırılıyordu dizleri.  Yoktu, içimdeki fırtınayı dindirecek bir sükunet. Yoktu, dilimdeki öfkeyi dizginleyecek bir sekinet. Yoktu, gözlerimdeki yanardağı söndürecek bir selamet… Şehr-i İstanbul’un sokaklarında, zehr-i mahsul gibi dolaştım Gülyabani. Baldıran ektim, attığım her adımda. Nefesim ağılıydı; boğdum bulvarları, caddeleri. Bir gulyabani kitlesi kilitlerken özgürlüğün kapılarını, tahammül edemedim zincirlerimizi kıramamamıza. Ağzından ateş saçan ejderhalar yakarken Gazze’yi; dayanamadım, yüreğimizdeki yangının beni israili yakıp kavuramamasına… Hiçbir şey yormuyormuş insanı, hiçbir şey yapmamak kadar. Hiçbir şey yapamamaktandı hep, bunca yoğun yorgunluklar. Çaresizlikti, tutunduğum bütün çareler. Belirsizdi, belirlemek istediğim bütün yöntemler… Ağıtlarla mı doldurulmalıydı kağıtlar? Epik şiirler mi yazılmalıydı, ekip halinde? Soluksuz mu atılmalıydı, olağan sloganlar? Gece gündüz uyandırma servisi mi olunmalıydı, gönüllü uyuyanlar serisine?..

Gülüyordum; bir yanımda Gazze ağlıyordu. Yürüyordum; bir yanımda Gazze duruyordu. Konuşuyordum; bir yanımda Gazze susuyordu. Yiyordum, içiyordum; bir yanımda açlıktan, susuzluktan Gazze kırılıyordu. Derin bir soluk alıyordum; bir yanımda Gazze boğuluyordu. Yaşıyordum; bir yanımda Gazze ölüyordu… Bir Raskolnikov pişmanlığı, bir Jean Valjean utancı, bir Gregor Samsa çaresizliği, bir Don Kişot hayalperestliği, bir Jane Eyre gerçekçiliği, bir Edmond Dante kararlılığı, bir Zeze duygusallığı, bir Scarlett O’hara gözü karalığı, bir Küçük Prens sevecenliği, bir Robinson Crusoe esareti, bir Lisbeth Salander cesareti vardı içimde. Bu kadar his aynı anda nasıl yaşanabilirdi iç içe? İki atom bombasından sağ kurtulan Yamaguchi gibi hissettim kendimi. Bilhassa, ailesinin yaşıyor olmasını dileyerek geldiği evinin yerle bir olduğunu gördüğü andaki çaresizliği yaşadım sanki…

Siyonizmin doymak bilmez öldürme hırsını görmezden gelip, en korunaklı zırhımı delen gözlerinin semalarında raks mı etmeliydim Gülyabani? Pembe dizilerin toz karası sahneleriyle gönlümü eyleyip romantizmin nirvanasına mı tırmanmalıydım? “Kahrolsun israil” diye ağız dolusu bağırıp, israilin kahrolmamasını izleyerek kahrolmakla mı yetinmeliydim? “Ne yapabilirim” diye beynimi zonklatırcasına fikir jimnastiği ile iştigal ettiğim sırada, işgalci katilin katliamlarındaki şehit istatiğini mi tutmalıydım? İntihara meyyal ideolojilere rest çekmişliğimle iftihara kalkıp, avunmalı mıydım konfor alanımın hudutlarında? Sessiz, sakin isyanlarımı müsekkin diye yutturmalı mıydım vicdanıma? Doyasıya yaşamalı mıydım, hiçbir şey olmamışçasına?.. Hangi denizi yüzdürseydim açık gözlerimde, suları kabartamazdı ağlayışlarım. Hangi dehlizi süzdürseydim ışık süzgecimde, aydınlığı karartamazdı karanlığım…

Yusuf olamazdım ben Gülyabani. Esareti altında bulunduğum nefsimi kuyuya atsaydım, köle pazarında satılmazdı. Ben Yunus da olamazdım ki. Dünyevileşen yanlarımı yutsaydı bir balık, bedenim eksilmeden dışarı çıkamazdı. Musa olabilmem de mümkün değildi. Samiri’yi kırardım ama dünyanın bütün putlarını parçalamaya gücüm yetmezdi. Eyyup olabilmem de imkansızdı. “Bu dert bana dokundu” diyebilirdim lakin, yaralarımın izinin kalmasını dileyebilecek metaneti gösteremezdim… Gözyaşlarım yeşertmezdi, acının sahra çoraklığını. Söz taşlarım kafi gelmezdi, recm etmeye büyük şeytanı… 

Son acı değildi bu, som acıydı. Kırılmıştı Zümrüdü Anka’nın kanadı. Yerle yeksan olmuştu Kaf Dağı… Yaşamaktan utandım Gülyabani, hem de ölesiye. Aynalar bakmadı hiç yüzüme… Yenilgi değildi, bu ölme isteği. Hele ki, iblisin Orta Doğu şubesi siyonizm, beni nasıl hezimete uğratabilirdi ki? Bu dünyanın, bu asrın insanı olmaya katlanamamaktı bendeki. Bunca ölüme, bunca zulme karşı duyarsızlığa ve umarsızlığa isyandı belki. Benlik değildi, bu kadar bencillik…

Dedim ki: “Donduysa umudun ateşi, çekilsin                                                                                         güneşin pimi.” Umurumda değildi, çekerlerse çeksinler ipimi. Her renge bürünen kör cesaretimi gördün Gülyabani. Bildin, yalnızca denge bilmeyen cüretimden ürperdiğimi. Seyirci kalmaya nasıl tahammül edebilirdim, tahayyül edilmez vahşetlere? Nasıl sabredebilirdim, bir avuç gulyabaninin pembe rüyalarımızı kara kabuslara çevirmesine…

Oysa, haritada bile sınır komşusu değildi şehirlerimiz. Nasıl da birbirine aktı Gülyabani, kalbimizdeki nehirlerimiz. Kilometrelerce uzakta olsa da, öyle yakın işte: nehirden denize özgür Filistin hayalimiz. Gözlerim ölüme gülümsese de, bir Filistin yaşıyor içimde. Gönlüm soluklarıma gönülsüzse de, bir Filistin atıyor kalbimde… Kadim zamanların beşgen pencerelerinden bakanlar gibi bakmadık biz hiç hayata. Resti çektik, üçgen piramidin basamaklarına. Tek göz hükümranlığının tebaalığına sımsıkı kapattık iki gözümüzü. Lucifere karşı savaşa çıkmasak da nefsimizin topuyla, tüfeğiyle; ball’ın kalesine golü çakmak için fırsat kolladı afili ruhlarımız. Baphomes’in boynuzlarına çelme takmak için yürümekten vazgeçmedi adımlarımız. Kabala büyüleriyle hiç büyülenmedik. Fiyakalı şuurlarımızla, tapınakçıların tapınmalarına eşlik etmekten yüz çevirdik. Allah ile aldatanlara aldanmadık. Hırsız bizim hırsızımız, hatalı bizim hatalımız diye korumaya almadık. Lale devri çocukları değildik, ihale devri çocukları da olmadık. Bir gaye için yaşadık biz Gülyabani; o gaye için öleceğiz…

Dikenlerin kutsandığı, güllerin taşlandığı bir çağda, bahçıvan olmak düştü payımıza. Oysa, sen diken değilsin Gülyabani; gülün kıymetini bilirsin. Doğruların dışlandığı, yalanların kucaklandığı bir asırda, yaban olmak düştü bahtımıza. Oysa sen yalan değilsin, yaban değilsin, yavan değilsin; yaman bir güzelliksin safi. Gülyabani; içimin dışındaki içimsin sen. Bendeki bensin, beni bütünlüyen. Tüm senliğinle, benden ziyade bendesin. Dedim ya; dahilimdeki haricimsin. Nasıl ki, birimiz iyi değilken diğerimiz de olamıyorsa, Filistin kanarken yaralarımızı saramayız. Lakin, gargat ağacı değiliz biz; yıkılsak da daha güçlü ayağa kalkacağız. Ölmek arzusuyla tutuşsa da hücrelerimiz; zalimlerle, gizli ve açık destekçileriyle mücadele için hayata tutunacağız…                  

Mayınlı parkelerde yürümeyi bilir misin Gülyabani? Dursan da, adım atsan da biraz öldürür seni. Güneşten kaçarken gölgem, ateşten yağmurlara tutuldu gövdem. Çöl mayası tuttu göllerim. Kül rengi açtı güllerim. Fakat, bu bedbahtlığa teslim olacak da değildim. Gargat ağacı mıydım ki ben, kasırgada köklerimden söküleyim…

Uyutamadığımız uykusuzluklarımız, tatlıya bağlayamadığımız acılarımız, dikiş tutmayan yaralarımız, narkozların zonklattığı sızılarımız, ağrı kesicilerin kesemediği ağrılarımızla koşmak değil mi hayat; yanan yüreklere bir yağmur damlası taşıyabilmek adına? Öyleyse, geri adıma yeltenmeyen bir gerilla gibi durmalıyım mevzide. Meydan okumalıyım; kendilerini dünyanın efendisi zanneden gulyabanilere, vampirlere, kurşun askerlere. Kalemim tetikte olmalı daima. Kelimelerimle kurşunlar yağdırmalıyım; çok şey yapabilecekken, hiçbir şey yapmayan etkili ve yetkili şahıslara. Hakikati batırmalı cümlelerim, siyonistlerin ve işbirlikçilerinin bağrına…

En büyük arzum: İsmimin başına “şehit” unvanının eklenmesi. Daha ulvi bir makam tahayyül edemiyorum. İstediğim tek şöhret: “Nasıl bilirdiniz?” diye sorulduğunda; “kınayıcılardan ve cezalandırıcılardan korkmadan, kalemiyle ve kelamıyla hakkı savundu.” denmesi. Daha iyi bir bilinme bilmiyorum…

 Şairemsi, en sessiz harflerle dedi ki kendine: “Kaldıysa bir şiirimsi yazabilecek vaktin; kaleminden dökülen son dize olmalı Filistin. Sen Gülyabani, dilhun olmuş yüreğimin suskunluğunu da duyabilirsin…                          

Saygılarımla…