EY iSRAİL! MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET, MÜSLÜMAN LİDERLERİN ŞANINDA MEVCUTTUR


 

1969 yılında israil askerleri Mescid-i Aksa’da büyük bir yangın çıkardığında, o dönemin israil başbakanı Golda Meir şunları söyler: “O gece sabaha kadar uyuyamadım. Zannettim ki, Müslümanlar dört bir taraftan israile girecekler. Ama korkulan olmadı. O zaman idrak ettim ki, biz dilediğimizi yapabiliriz. Zira Müslüman ümmeti, uyuyan bir ümmettir.”

Bugün Gazze’de yaşanan soykırımdan, israilden daha ziyade biz Müslümanlar sorumluyuz belki de. 141 gündür israil pervasızca saldırılarını sürdürüyorsa, biz Müslümanlar sayesinde. Yeri, göğü yıkmış olmalıydık; taş üstünde taş bırakmamalıydık bunca zulüm karşısında. Kimin ne dediğine değil, Allah’ın bizden ne istediğine bakarak yön vermeliydik adımlarımıza. Konjonktür, reel politik zırvaları çelme takmamalıydı ayaklarımıza. “Bana ne bahanelerden” deyip çıkmalıydık zalimin karşısına.

Kendimizi bir muhasebeden geçirmek mecburiyetindeyiz objektifçe. “Hakikaten Müslüman mıyız, hala insan mıyız” sorularını cevaplamalıyız dürüstçe.  “İnandık” dememiz yetiyor mu iman etmemize? Yoksa inandırıcı gelmiyor mu, “inandık” dememiz bile? İslam’ın şartlarından biri olan Kelime-i Şehadet söylenirken; dilimizle ve kalbimizle imza attığımız sözleşmenin bilincinde miyiz? Yoksa tek ilah derken, yanında pek çok ilah mı edinmişiz? İlah kavramının manasını 4 ana başlıkla özetleyebiliriz:

  1. Kendisine ibadet edilen

  2. Rızası gözetilen

  3. Kendisinden yardım istenen

  4. Hak ve adalet kurallarını belirleyen, kanun koyan.  

Dolayısıyla, Kelime-i Şehadet getirdiğimizde; Allah’tan başka kimseye ibadet etmeyeceğimize, kimsenin rızasının Allah’ın rızasının önüne geçmeyeceğine, yardımı Allah’tan bekleyeceğimize ve Allah’ın koyduğu hükümleri kanun bileceğimize söz vermiş oluyoruz. Ancak, sözde kalıyor bu anlaşma. Maalesef, şartnameyi uygulamıyoruz hayatımızda.

Ne biçim Müslümanlar ve ne biçim insanlar olduk biz böyle? Gazze’de kıyamet kopuyor, bizim kılımız kıpırdamıyor evlerimizde. israil; Ramazan ayı boyunca Kudüs’ten 50 yaş altı Filistinlilerin, Batı Şeria’dan tüm Filistinlilerin Mescid-i Aksa’ya girişinin yasaklanmasına karar verdi. BM, Gazzeli kadın ve kız çocuklarının israil işgal ordusu tarafından tecavüze uğradığını bir raporla teyit etti. Bir kadının başörtüsüne dokunulduğu için, Fransızlara tek başına saldırıya geçen Sütçü İmam’ın torunları ne hale geldi? Öfkemiz bile şuursuz, öfkesiz. Tepkilerimiz dahi ruhsuz, tepkisiz… Üzülerek ifade ediyorum ki; bu pasifliğimizin ve sineye çekişlerimizin üzerinde, ülkemizin başında muhafazakar bir iktidar olmasının negatif etkisi büyük oldu. Alnı secdeye değen, eşleri ve kızları başını örten kişiler bizi yönetiyor diye; sanki dünyaya İslam hakim kılınmış, tüm problemler çözülmüş, adalet ve barış yeryüzünü sarmış gibi davranmaya başladık.

israille normalleştiler; sustuk. Cumhurbaşkanımız: “Biz BOP eş başkanıyız ve bu görevi yapıyoruz. Büyük Orta Doğu Projesi’nin amaçları bellidir ve bu projede Türkiye’nin görevi de bellidir.” dedi; duymamazlıktan geldik. “Kıbrıs’tan belli oranda toprak verebiliriz.” sözlerini de duyduk; üstünde durmadık. israil ziyaretinde: “israilin başkenti Kudüs’e hoş geldiniz.” dediklerinde sesini çıkarmadı; bizim de gıkımız çıkmadı. Şimon Peres’i TBMM’de konuşturup alkışlattılar; bir tavrımız olmadı. israil bayrağını Türk askerine taşıttılar; “ne yapıyorsunuz” demedik. Muhalefetin tamamını LGBT’cilikle itham ederken, 22 eşcinsel derneğin açılmasına, 50 kişiyle başlayan onur yürüyüşü adlı onursuzluğa katılanların sayısının 100 binlere çıkmasına izin verdiler; eleştirmedik. Avrupa Birliği Uyum Yasalarıyla ahlaki ve manevi değerlerimizin yok sayılmasını onayladılar; geçiştirdik. ABD, Irak’a saldırdığında üslerimizi kullandırarak, İncirlik’ten 4900 sorti yapılmasına müsaade ederek, 1,5 milyon Iraklının ölümüne ortak oldular; karşı durmadık. ABD askerlerinin Irak’tan sağ salim dönmesi için dua ettiler; bir “amin” demediğimiz kaldı. Davos’taki “one minute” çıkışıyla ümmetin lideri ilan ettik de; birkaç dakika sonra: “Benim tepkim moderatöreydi. israile, Peres’e ya da Musevilere değildi.” demesine kulaklarımızı tıkadık. Doğu Türkistan’a sahip çıkmadılar, “Çin’in toprak bütünlüğü bizim için önemlidir.” dediler, seslerini ülkemizde duyurmaya çalışan Uygurları polisle dağıttılar; kızmadık. Fabrikalarımızın, topraklarımızın, limanlarımızın yabancılara satılmasını seyrettik. Hasta garantili hastanelerle, geçiş garantili köprülerle yabancılara kazandırılan paraları da olgunlukla karşıladık. Madenlerimizin işletilmesi yabancılara verilirken de başımızı salladık. Yerli tohum satışı yasaklanarak israil tohumuna mecbur bırakıldık; sebebini bile sormadık.

2002’den bu yana israilin kullandığı çeliğin % 65’ini Türkiye satıyor. En çok çelik ihraç eden ise, Müsiad Üyesi İçdaş. İçdaş’a, Türkiye İhracat Şampiyonları ödülü verildi. Müsiad bir yandan israile karşı protesto yürüyüşü ve yardım kampanyaları düzenlerken; bir yandan 7 Ekim’den sonra olduğu gibi, şimdi de ihracatı sürdürüyor. Gazze’ye saldırılar son sürat devam ederken israile malzeme taşıyan Manta Denizcilik’in sahibi; Burak Erdoğan’ın ortağı. Yine israile malzeme taşıyan Oras Denizcilik’in sahibi; Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım’ın ortağı. Oras Denizcilik aynı zamanda AKP Milletvekili Vehbi Koç ile ortak. israile kablo desteği sağlayan Pamukkale Kablo’nun sahibi; BBP kurucusu. israile her gün uçakla servis yapan şirket; MNG Holding. israile her gün limanından gemi yollayan; Limak Holding. israil savaş uçaklarına yakıt gönderen tankerin bakımını yapan; Kolin Holding. israile düzenli çimento götüren; Sabancı Holding. Gazeteci Metin Cihan’ın paylaştığı bu bilgilerin doğruluğu, TÜİK’in resmi sitesinden de teyit edilebiliyor. Tüm bunlar olurken, geçen hafta Saadet Partisi öncülüğünde verilen ve muhalefet tarafından desteklenen “İsrail ile ticaretin tümden kesilmesine dair” önerge, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Bütün bu hadiselere tanık oluyoruz ve tepki vermiyoruz. İktidara; “Sizler dilinizle Filistin’in, fillerinizle israilin yanındasınız.” demiyoruz. Muhammet Emin Yıldırım Hoca; kendisini çok sevdiklerini belirterek Erdoğan’dan Gazze için harekete geçmesini istediğinde, bir kısım insanlar salonu terk ediyor. “Cumhurbaşkanı söylediyse faiz haram değil. Kur’an da yazanı bir kenara bırak.” diyeni de; “(haşa) Cumhurbaşkanı dendiği zaman, Allah gibi geliyor bize.” diyeni de; “Başımızda öyle bir lider var ki, Allahu Teala’nın bütün vasıflarını toplamış bir lider.” diyeni de duyduk. Muhakkak ki, o salonu terk edenler de Hz. Ömer’in: “Yanlış yaptığımızda bizi uyarmazsanız sizde, uyardığınız halde sizi dinlemezsek bizde hayır yoktur.“ sözünü de duydu. Fakat nedense, Hakk’a sahip çıkmak yerine, liderine söz söyletmemek daha mühim oldu. Bir Filistinlinin: “Gazze’nin köpekleri bile ümmetin liderlerinden daha şerefli.” demesi, onurumuza dokunmadı. Dün beyaz derken de, bugün siyah dediğinde de alkışlayanlar; her yaptığında bir hikmet olduğuna inananlar; başkaları yapsa kıyameti koparacakken, o yapınca savunanlar, liderini putlaştırmış olmuyor mu? Ne farkları kaldı, putperest dedikleri Kemalistlerden? Puta tapmanın sadece bir heykelin karşısında eğilerek olmadığını bilmiyorlar mı? Rahatsızlık duymuyorlar mı; Allah’ın rızasının önüne, başkalarının rızasını geçirmekten?

İllegal tepkilere lüzum yok. Yasal zeminde de eleştirilerimizi dillendirebilir, tavrımızı ortaya koyabiliriz. Bizler sessiz kaldıkça, iktidar daha cüretkar davranmaya devam ediyor maalesef. Ülkemize sığınan Doğu Türkistanlıların Çin’e teslim edilmesi gibi, şimdi de Çeçenler Ruslara veriliyor. Bu kişilerin arasında Şamil Basayev ve Cevher Dudayev’in yakınları ve çocuklar da var. Göç İdaresi Başkanlığı, mahkeme kararı tanımaksızın muhacirleri gönderiyor. Geri Gönderme Merkezi’ne alınanlardan sağlıklı bir şekilde haber temin edilemiyor. Göç İdaresi Başkanlığı bunları reddetse de, Cevher Dudayev’in yeğeni de dahil olmak üzere, Çeçen muhacirlerin evlerinden alınıp Geri Gönderme Merkezi’nde çok kötü şartlarda tutulduğunu, avukatlarının açıklamalarından öğreniyoruz. Ayrıca Çeçenistan’da şehit düşmüş bir komutanın eşi olan ve Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan Aset isimli Çeçen Hanımefendi’nin kızına ulaştırdığı mektubundaki yardım talebi de duyuldu. Ukraynalılara kucak açan ülkemiz, Çeçenlere niçin sahip çıkmıyor? Bize sığınanı düşmanına teslim etmek hangi kitapta yazıyor? Üstelik, 6458 sayılı kanunun “Geri Gönderme Yasağı” başlıklı 4. maddesi ve “sınır dışı etme kararı alınmayacaklar” başlıklı 55. maddesinde, hiçbir yabancının işkence göreceği, ölüm cezasına çarptırılacağı ülkeye sınır dışı edilemeyeceği de belirtiliyor.

Bu kadarı da yetmedi. Recep Tayyip Erdoğan: “Aynı masaya oturmam. Oturursam kendimi inkar ederim.” dediği Sisi ile Mısır’a giderek görüştükten sonra, Müslüman Kardeşlerin İstanbul’daki Lideri Mahmud Hüseyin’in vatandaşlığı iptal edildi. Avukat Rıdvan Kılıç; bir müvekkilinin Mısır’a iade edildikten sonra Akrep Hapishanesi’nde aklını yitirdiğini ve gördüğü işkencelerin sürdüğünü açıkladı. Bu şekilde iade edilen birçok müvekkillerin olduğunu da ekledi açıklamalarına. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın: “Mısır’ın Gazze konusunda dirayetli tutumunu taktirle karşılıyor ve destekliyoruz.” sözlerine, söyleyecek kelime bulamıyorum. Mısır’a Refah Sınır Kapısı’nı açtırmak amacıyla yani Gazze için gitmek zorunda kaldığını savunanlar vardı, değil mi? 2022’de de Sisi ile Katar’da el sıkıştığı, aklımızdaki tazeliğini koruyor halbuki. Mursi unutuldu, rabia unutuldu, Esma Biltaci unutuldu. Son seçimlerde: “Pazar günü Sisi mi diyeceksiniz, Binali mi?” dedikleri de silindi hafızalardan. Erdoğan’ın Rize’deki konuşmasında: “Bizim olmadığımız büyükşehir belediyesi doğalgazı nasıl getirecek? Biz varsak doğalgaz var, yoksak doğalgaz yok.” diyerek halkı tehdit etmesi de bir süre sonra hatırlanmayacak büyük ihtimalle. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu Medipol Bağcılar’da Starbucks’ın hala açık ve kalabalık olmasının sebebi sorulmadığı gibi; Bilal Erdoğan’ın gemisinin Malta Bandıralı olmasının israile yük taşımasını aklayıp aklamadığı da sorulmayacak. israile hiçbir yaptırım uygulamadığımız gibi, Uluslararası Adalet Divanı’nda açılan davaya Türkiye’nin niçin dahil olmadığı da sorgulanmayacak. Gazze’ye; Ürdün, Hollanda ve Fransa havadan yardım ulaştırırken, bizim hangi gerekçe ile göndermediğimizin de üstünde durulmayacak. 7 Ekim’den bu yana İspanya’nın israile hiçbir askeri teçhizat satmamasına ve bütün silah ihracatını askıya almasına rağmen, “biz neden ticareti kesmiyoruz” suali de yöneltilmeyecek iktidara. Güçlü hava filolarımız dünyada 9. sıradayken, 1065 askeri uçağımız varken, iha ve sihalarımızla övünürken; ne sebeple Gazze’ye yardım etmediğimizin sorgulanmaması gibi tıpkı.

Samimiyetle soralım kendimize: CHP iktidarda olsaydı ve icraatlarıyla israile destekte bulunsaydı, bu kadar tepkisiz kalabilir miydik? ABD Dışişleri Bakanı Blinken Türkiye’ye geldiğinde; “Katil Blinken” diyerek protesto eden Avukat Gülden Sönmez’in gözaltına alınmasına susabilir miydik? Gazze ablukasını delmek için yola çıkan Mavi Marmara Gemisi için önce “izni ben verdim”, sonra da “giderken bana mı sordunuz” diyen Erdoğan değil de başka biri olsaydı, anlayışla karşılar mıydık? 141 günde Gazze’de yaklaşık 30bin şehidimiz varken, AKP hükümetini neredeyse “141 kere maşallah” dercesine alkışlar mıydık?

Hiç kimse eleştirilemez, sorgulanamaz değildir. Lider, şeyh, alim, bilim adamı, akademisyen olması kimseyi hatasız kılmaz. Halifeye giydiği kıyafetin hesabını soran ashabın yolundan gittiğimizi iddia ediyorsak; söylemle değil, eylemle ortaya koyalım bu iddiamızı. Bir beşere sevgimiz ve hayranlığımızdaki aşırılıktan dolayı yakmayalım iki dünyamızı. “Gücümüz yok. israili teknoloji devi ülkeler destekliyor. Ekonomimizi çökertirler.” mazeretlerini bırakalım bir kenara. Bir millet soykırımdan geçirilirken, Allah’ın ne dediğini dikkate alalım kutsal kitabımızda. İnsan yaptıkları gibi, yapmadıklarından da hesaba çekilecek. Bahane üretmek de, geçerli bahane kabul edilmeyecek.

“Cesaret nedir” derlerse; silahlı İsrail askerlerinden başka hiç kimsenin olmadığı bir yoldan geçen Filistinli küçük çocuğun: “Bu topraklar benim. Bir gün hakkımı alırım.” sözleridir dersiniz. “İmkanlarımız yetersiz” diye savunmaya geçenler olursa; imkanlarının tüm imkansızlığına rağmen Gazze’yi yalnız bırakmayan şanlı Yemenlilerden bir öğrencinin sınavda sorulan “denizlerden nasıl yararlanırız” sorusuna, “İsrail gemilerine saldırırız” cevabını verdiğini söylersiniz.

Biliyorum ki; bunları yazmak birilerinin uyanmasına vesile olmayacak. Kimselerin aklında soru işareti bile oluşturmayacak. Öncelikle; “Zulme ortak olanlardan olmadım.” diyebilmek istiyorum Rab’bimin huzurunda. Sonra da; “Gazze’deki katliamları ülkemin yöneticilerinin engellemeye çalışmaması karşısında susmadım. Eleştirilerimi de, uyarılarımı da yaptım.” diyebilmek istiyorum, şayet bir gün torunlarım olursa. İtham edildiğim; vatan haini, Fetöcü, İrancı, fitneci, münafık gibi sıfatları, bir şeref madalyası gibi taşıyacağım hep göğsümde. Filistinlilerin silahlarının yerini asla tutamasa da, kalemimle devam edeceğim mücadeleye. Değil mi ki; Hakk’ın safında ve mazlumların yanındayım, gerisi hikaye.

Yetmedi mi, Gazze’yi yapayalnız bırakışımız? Yetmedi mi, Müslüman kardeşlerimizi siyonistlerin insafına terk edişimiz? Hangi lisanla, hangi aksanla anlatsak derdimizi? Hangi gözyaşıyla, hangi çığlıkla döksek içimizi?

Cumhurbaşkanımıza çağrımızı bir kez daha tekrarlayalım: “Şayet ölmekten çekiniyorsanız; önünüzde set olalım. Makamınızı kaybetmek istemiyorsanız; ömrümüzce sizi başımızda tutalım. “Ekonomik kriz yaşarız” diyorsanız; hiç şikayet etmeden sizinle birlikte açlığı paylaşalım. Ne olur; artık bir şeyler yapın. Onurumuzla ölmeye razıyız. Yeter ki; bizi bu zillet içinde daha fazla yaşamak zorunda bırakmayın…

Saygılarımla…