BİZDE HASAN ABİLER VE SAFİYE ABLALAR BİTMEZ

Henüz ortaokul sıralarındayken başlamıştım yazılar ve şiirler yazmaya. Zaman geçtikçe hep ilerledi kalem ve kağıtla samimiyetim. Öyle ki; hüküm giydiğim tüm imtihanlar karşısında, en hafifletici sebep oldu sayfalarla sayfalarca dertleşmek. Kalbimle birlikte çok güldüğü de oldu, ıstırapla çok ağladığı da oldu harflerimin. Ve şimdi; bunca yıldır yazdığım bütün nazım ve nesirler içinde, içimi en çok acıtanlardan birini kaleme almayı ertelemelerimi artık ertelemek mecburiyetindeyim. Bazen vaktin ilerlemesini beklemek, sadece ilerletir saatlerin kan kaybını. Mevzu bahis çok kıymetli bir şahsiyetin can kaybıysa; elbette yürek yanacak, dakikalar kanayacak, kelimeler kavrulacak, göz yaşları savrulacak. Lakin verdiğimiz söze sadık kalınıp haftalık yazı yazılacak.

Meclis kürsüsünde hakikati haykırırken kalp krizi geçirmesinin ardından Hakk’a yürüyen Hasan Bitmez Beyefendi’nin siyasi yönü, dava adamlığı çok konuşuluyor ve çok konuşulacak. Bütün susturma teşebbüslerine rağmen, israille ticareti dahi kesmeyen iktidara tuttuğu aynada kendileriyle yüzleştirerek gidişi elbette unutulmayacak ve hafızalarından silinmeyecek bir ibret vesikası olarak yaşayacak. Yalnızca bilinen siyasi çalışmalarından değil, sosyal ilişkilerinden de bahsetmek gerekir Hasan Bitmez Beyefendi’yi tanımak için. Bilhassa aile fertlerine değinmeden, tamamlanamaz bu anlatımın eksikliği. Hitap şeklim olduğu üzere, “Hasan abi” diyeceğim bundan sonraki cümlelerimde.

Uzun yıllar önce Gebze Milli Gençlik Vakfı’nda, El-Ezher Üniversitesi’nde eğitim görmek isteyenler tarafından sürekli aranmasıyla tanıdık Hasan abimi. Her zaman olduğu gibi o günlerde de hep koşturmasıyla, hep çalışmasıyla. Daha sonra, küçücük oğlumu ve kızımı kucağına alıp candan sevmesiyle ve sıcak ilgisiyle hatırlıyorum kendisini. Vazifeleri değişti, makamları yükseldi Hasan abimin seneler içerisinde. Fakat kalenderliği ve içtenliği hiç değişmeden kaldı yerli yerinde. Kızımın Ankara’ya her gidişinde, hatta arkadaşlarıyla birlikte gitmişse de, AGD’nin yurdunda kalmaya karar verdikleri halde; onca yoğunluğuna rağmen gelip almaları ve evlerinde misafir etmeleri, bu kadirşinaslığı ve kibarlığı göstermeye yeter de, artar bile. Bir aileye gönül rahatlığıyla kızınızı emanet edebiliyorsanız, o aile sizin de ailenizdir aslında. Kendi odasında uyuyormuşçasına içim rahat dalabildiysem uykuya, bu aileyi kendi ailem olarak benimsememden başka ne sebebim ne olabilir? Yine son seçim çalışmaları sırasında bir programına davet etmek için kızımı bizzat kendisinin araması, nezaketinin ve inceliğinin delilidir. Bu durum; herkese tepeden bakan, tabandakileri ezerek egosuna tavan yaptıran makam sahiplerine verilen büyük bir alçakgönüllülük dersi niteliğindedir.

Her yönüyle örnek alınabilecek bir insandı Hasan abim. Her yaştakiyle iletişim kurabilen, insana insan olduğu için değer veren bir karaktere sahipti. Çok sorgulayan ve kolay ikna olmayan biri olmam hasebiyle; bir şeyleri anlamlandıramadığımda, özellikle de seçim dönemlerinde az başını şişirmedim Hasan abimin ve çok kıymetli eşinin. “Neden, nasıl” diye başlayan sorularıma genellikle yeni sorular eklerdim, her cevabın sonunda. Bazen o kadar uzatır ve abartırdım ki, düşününce kendim bile tahammül edemezdim kendime. Tükenmeyen bir sabırla dinlerler, açıklamalar yaparlardı art arda. Çalışmaların yoğunluğundan sebep dakikalarla yarışıldığı halde, belgeler sunmaya dahi vakit ayırırlardı mutlaka.

Çöpçatanlık mevzularına da karıştırırdık Hasan abimi arada. Bir beyefendi bir kızımıza talip olduğunda, şahsı araştırması için müracaat ederdik kendisine. Hiçbir zaman “çok işim var” demezdi, ikiletmezdi. Beyefendiyi yakından tanıyan birini bulur ve şu soruyu yöneltirdi: “Senin kızın olsaydı, bu kişiye verir miydin?” Sadece bu bile; nasıl da titiz davrandığını, baştan savma hareket etmediğini, ne denli ciddiye alıp meseleyi sahiplendiğini göstererek, insanlığının güzelliğini gün yüzüne çıkarmaya kafi.

Yılların ardından gelen Allah’ın hediyesini yani biricik kızını Hasan abimden önce görüşüm hiç unutamayacaklarım arasında yer alır. İnsanlığa faydalı olabilmek, yeryüzüne bir an önce İslam’ı hakim kılabilmek yolunda, yurt dışında devam ediyordu o günlerde çalışmalarına. Haliyle, doğar doğmaz görüp kavuşamadı evladına. Böylesine büyük bir fedakarlık düşmüştü, ömrünü davasına adayan taze babanın payına.

Her başarılı erkeğin de, her baş ağrılı erkeğin de arkasında bir kadın vardır ya; başını hiç ağrıtmayan ve bütün başarılarında payı olan eşinden dolayı çok şanslıydı Hasan abim. Sanırım 17 yaşındaydım, Hasan abimin eşi Safiye ablamı tanıdığımda. MGV ve AGD; çok güzel ve çok özel dostlar kazandırdığı gibi, yine MGV vesilesiyle kazandırdı Rabb’im, o mükemmel hanımefendiyi hayatıma. Sonrasında da hiç kesinti olmadı, otuz yıllık dostluğumuzda.

Tüm bilgi birikimine, kapasitesine, kültürüne ve her alanda donanımına rağmen, ön plana çıkmaktan hep uzak durdu Safiye ablam. Gayretlerini kimsenin gözüne sokmak istemedi. İnsanların taktirini değil, yalnız Allah’ın rızasını gözeterek hareket etti. Hasan abimin her daim yoğun temposundan ve çalışmaları sebebiyle sık sık evinden uzak kalmasından bir kez bile şikayet etmedi. Oysa ki; hiç kolay değildi tek başına her şeyin altından kalkmak ve babasının yanında olamadığı vakitlerde eksikliğini hissettirmeden bir evlat yetiştirebilmek. Fedakarlık yapmadan cihat yapılamayacağının bilincindeydi ve en büyük özveriyi gösterebildi. Ekseriyetle yatılı misafirleri olmasından hiç yüksünmedi. Yorulsa da, güler yüzüyle konuklarını dinlendirmenin mutluluğunu yaşamayı tercih etti.

Hasan abimin cenaze töreninde Safiye ablamı gördüğüm ilk anda “bu acı çağlar boyunca bu tazeliğiyle kalsa, dağlar gibi dimdik durabilir” dedirten bir güç ve metanet vardı karşımda. Sabrıyla ve dayanıklılığıyla göz göze geldiğimde, kendimi teselliye muhtaç hissettim yanında. Büyük bir fark vardır; kaderine razı olmakla, kaderinden razı olmak arasında. Biri; yapacak bir şey olmadığı için zarurettendir, diğeri; gönül rızasıyla teslimiyetten. Rıza dolu o teslimiyeti gördüm gözlerinde. Yüreğinde acı mekan tutmuşken, ümmetin derdiyle dertlenmesine şahit oldum sözlerinde. Ona sarıldığım anda ömrümce unutamayacağım bir cümlesi değdi kulaklarıma. “Hasan abinin sesi sustu ama sen sözlerinle daha çok koşturuyorsun” deyiverdi, bütün mütevazılığıyla. Farkında değildi belki ama altında ezilmekten korktuğum kutlu bir yük yükledi omuzlarıma. Hakk’ın ve hakikatin sedasını susturmamaya her zamankinden fazla gayret etmek kalmıştı geride kalanlara. Ardından;“uzun uzun sarılmayı çok isterdim de, sırada bekleyen çok kişi var“ sözleri; nazikliğin ve zarif fikirliliğin zirvesiydi. Öyle bir anda bunları düşünebilmek ancak zirvede bir insaniyetle mümkün olabilirdi. Kendisine mikrofon uzatıldığında yine kırmayarak cevap verdi sorulara. “Filistin’de yaşanan acılar karşısında benim acım var demeyi zül sayarım” ifadesi; imrenilen o imanın sadece Filistinlilerde olmadığına tanık ederek, gıptayla baktırdı inancının sağlamlığına. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, eşinin vefatını Safiye ablama bildirdiğinde: “Hasan Bey haklı Filistin davasını savunurken vefat etti. Bundan sonra Filistin savunmasını sizden de bekliyorum” diye karşılık veren bir imana ve şuura imrenmemek mümkün mü? Haberi almasının akabinde: “Allah’ım; Hakk’ı haykıracak bir nefes eksildi. Sen yerine gönder” diyerek dua eden mümine bir hanımefendi, bütün hanımları kendisine özendirmez mi? Duamdır Rabb’im: “Safiye ablam gibi bilinç ve teslimiyet erbabı olabilmeyi bizlere de nasip et ve onun gibi güzel insanların sayısını artır.“

Neyi anlatsam ki daha Safiye ablam hakkında? Hasan abim hastanedeyken: “Beni arayanlara, mesaj atanlara cevap veremiyorum. Lütfen beni mazur görün” şeklinde whatsapp durumu yapan zarafetini mi? Çok genç olduğum yıllarda ölümlerden fazlasıyla etkilendiğim için; kendi babası vefat ettiğinde çok sarsılacağımdan endişe ederek, önce beni düşünecek derecede mükemmel bir müslüman ahlakına sahipliğini mi? Yine kendi babasının cenazesinde beni teselli edecek kadar başkalarının acısını dindirmeye çalışan İslam kardeşliğini mi? Çocuklarımla küçüklüklerinde oynadığı oyunlardaki sevecenliğini ve şefkatini mi? Onlara sık sık yaptığı kedi taklidi dolayısıyla, bazen hala “miyav teyzeniz” diye bahsetmeme sebep olan renkli ve eğlenceli kişiliğini mi? Herkesin, her ihtiyacında yanında olmak için koşturmasını mı? Gelin kayınvalide çatışmalarının hayatın olmazsa olmazı haline geldiği bir devirde, neredeyse imkansızı başararak rahmetli kayınvalidesiyle gerçek bir anne-kız olabildiklerini mi? Eşi ölüm kalım mücadelesi verirken, hastanedeki doktorların metanetine hayran kalmasını ve kendilerine teselli verdiğini söylemelerini mi? Hangi sayfalara, hangi özel vasfını sığdırabilirim ki?

Safiye ablamın ve Hasan abimin yetiştirdiği evlat da, sıradan bir kimse değil elbette. Henüz 17 yaşında bir genç kız olmasına rağmen, bir milletvekilinin kızı olduğunu arkadaşlarından ve öğretmenlerinden gizlemek nasıl bir güzelliktir? Akılların bir karış havada dolaştığı bir yaşta ve tanınmış birini tanımanın bile prestij kazandırdığı bir çağda gösterdiği yüce gönüllülüğü ve olgunluğu kaç yetişkin gösterebilir? Babası Rahman’ın rahmetine kavuşmuş olmasaydı, bunu elbette yazmazdım. Bu durumda, gençlerimize örmek teşkil etmesi maksadıyla bunu anlattığım için, kocaman yürekli güzel kızımız umarım beni affedecektir. İnancım o ki; böylesine muhteşem bir duruş, her türlü taktirin üzerindedir ve unutulmayarak nesilden nesile aktarılmayı hak etmektedir.

Eşini, babasını, damadını, bir oğlunu kaybetmesinin ardından şimdi diğer oğlunu da kaybeden fakat sabır ve metanetinden bir şey kaybetmeyen Salih amcamızın oğlu Hasan abim. Safiye ablam ise; vefatından sonra “bize babalık etti” diyerek ağlayan kişilerin, ailesinin bile haberi olmadan kendilerine yaptıkları iyilikleri anlattığı Mustafa amcamızın kızı. Evine sık sık gitmemize rağmen, her defasında en büyüğümüzden en küçüğümüze kadar hepimizi ayağa kalkarak karşılayıp yine ayakta uğurlayan; her daim bir anne sıcaklığıyla kucaklayan; zarafeti ve edebiyle tam bir Osmanlı hanımefendisi olan; iki yıl önce Mevla’sına kavuşmuş Hikmet  teyzemizin kızı aynı zamanda. Hasan abime de, Safiye ablama ve tüm ailesine de harikulade vasıfları, anne-babalarının genlerinden miras kalmış galiba. 

Bu yazımda Safiye ablamın çok kıymetli aile fertlerinden de bahsetmeyi planlamıştım aslında. Tanımış olmayı ve kallavi dostluklarını Rabb’imin muazzam bir lütfu saydığım bu aileyi; kısa yazmayı becerememem sebebiyle çok uzatacağımı bildiğimden, yazamıyorum maalesef. Kim bilir; nasipse belki başka bir yazıda değinirim, herkese misal teşkil edecek bu güzel insanlara.

Anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki; Hasan abim ve Safiye ablam hakkında. Övülmekten hiç hoşlanmadıklarını bildiğimden, seviyesini düşük tuttum, her biri ayrı ayrı taktire şayan hasletlerinin. Onları yüceltmek değil maksadım. Yüce insanlar oldukları için, yücelikleriyle doldu satırlarım. Böyle örnek şahsiyetlerin bu zamanda da olabileceğini bilmenin; pişme, yanma, olma iştiyakımızı artırmasıdır bütün temennim.

Hasan abimin, sorumluluklarını hissetmeyecek derecede sorunlu hale gelmiş sorumlulara hitaben söylediği son sözleriyle bu yazıyı sonlandırmayı borç bilirim. Bütün susturma çabalarına rağmen, üstat Sezai Karakoç’un ölümüz satırlarını Hasan abimizin vesilesiyle de yaşatmaya devam ettirmek vecibesidir çünkü her birimizin.  

Onlar sanıyorlar ki; biz sussak mesele kalmayacak.

Halbuki biz sussak, tarih susmayacak.

Tarih sussa, hakikat susmayacak.

Onlar sanıyorlar ki; bizden kurtulsalar mesele kalmayacak.

Halbuki bizden kurtulsanız, vicdan azabından kurtulamayacaksınız.

Vicdan azabından kurtulsanız, tarihin azabından kurtulamayacaksınız.

Tarihin azabından kurtulsanız, Allah’ın gazabından kurtulamayacaksınız.

“Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir” hadis-i şerifi mucibince vazifesini ifa ederek giden ve Hamas’ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye tarafından “Filistin şehidi” sıfatıyla nitelendirilen saygıdeğer Hasan abimizin kabrinin nur, makamının Firdevs olması ve tüm sevdikleriyle cennette buluşması dualarımla…

 Mevlam sabr-ı cemil ihsan buyursun; ailesine, sevenlerine ve yakınlarına…