Analiz: Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın / İstanbul Medeniyet Üniversitesi / Milli Gazete
Siyasetin güç ve faydayla ilişkisi, insanlık tarihi boyunca siyasetin ahlaki olup olmayacağı tartışmasına da kaynaklık etmiştir. Güç elde etmek için değerlerin araç olarak kullanılması, gerçekliğin çarpıtılması ve sahte ilişkilere dayanan rejimlerin kurulması gibi örnekler, bu konuda olumlu ve ideal örneklerle kıyaslandığında çok daha fazla olmuştur. Ahlaki değerler ve ilkelerle sınırlanmamış bir güç talebinin sonu yoktur ve insanlık tarihinde bu durumun en dikkat çeken temsilcisi firavundur. Zulüm ve korkuyla varlığını sürdüren bu güç anlayışı, tarih boyunca farklı toplumlarda farklı liderler, rejimler ya da örgütler şeklinde kendisini göstermiştir. Hakkı ve adaleti gözetmeyen, maddi menfaatlerini önceleyen ve onları artırmak ya da kaybetmemek için her türlü zulmü işleyebilen zihniyet ve ilişkilere bağlı sürece firavunlaşma denebilir. Güç ve fayda elde etme amacı meşru bir ahlaki zemin üzerine inşa edilmeyen ve bu şekilde sınırlandırılmayan bir siyaset, firavunlaşma riskiyle karşı karşıyadır.
Firavunlaşmanın insanlık tarihine en büyük maliyetlerinden biri, insanlar arası ilişkileri sahteleştirmesidir. Böyle bir durumda insanlar, birbirleriyle kurdukları ilişkileri güç temelinde sadece elde edecekleri dünyevi fayda üzerinden kurmuşlardır. Fakat bu durum en başta insan fıtratına aykırı olduğu için bu şekilde oluşan rejimler, insan ilişkilerinde güvenin yerine korkunun, sahihliğin yerine sahteliğin hâkim olduğu yapılar olarak var olmuşlardır. Böyle bir düzende insanî yükselişi sağlayacak, insanın kendisi olabileceği bir ortamın oluşabilmesi mümkün değildir. Burada güç ve menfaat için feda edilen belli insanî değerler değil, bütün olarak ahlaktır. Öyle ki her yerde yaşanan sahteleşme, güçlünün lehine işleyen kuralların toplum hayatında hâkim olmasını sağlar. Böyle bir yapıda kurallara uymak, yapılan zulümlere sessiz kalmak ve hatta destek olmak bütünüyle kötülüğün varlığını sürdürmesine katkı sağlar.
Birkaç yüzyıl önce Batı Avrupa’da pek çok alanda yaşanan değişim, insanların daha özgür olacakları ve bilimsel gelişmelerle daha iyi bir dünyaya ulaşılacakları tezine dayanmıştır. Ancak sömürgecilik, ırkçılık, zayıf olanın ezilmesi, maddi zenginleşme yarışı ve büyük savaşlar gibi nedenlerle yirminci yüzyılda sağduyu sahibi insanlarda da bir kötümserlik hâkim olmuştur. Bu yaşananlar tam anlamıyla bir şok haline karşılık gelmiştir. Böylece modernleşmenin temelleri yeniden sorgulanmış, savaşların ve eşitsizliklerin dünyayı felakete sürüklemesiyle ilgili riskler yeniden değerlendirilmiştir. Gelişme ve ilerleme, insanlığın lehine değil, güçlülerin lehine fayda sağlamıştır. Bütün bu yaşananlar, insanın kendi fıtratına yabancı hale gelmesiyle sonuçlanmıştır ki, geçmişten beri firavunlaşmanın böyle bir sonucu zorunlu olarak ortaya çıkardığı tespit edilebilir. Hatta bunun insan toplulukları için işleyen ilahi bir yasa olduğu da kabul edilebilir. Geçen yüzyılda kapitalist ya da sosyalist ülkelerde insanın kendi fıtratına yabancılaşması devam etmiştir. İnsanların daha mutlu ve özgür oldukları, daha adil bir dünya ümit olarak kalmaya devam etmiştir.
Türkiye de bu gelişmelerden etkilenmiştir. Toplumumuz gelişme ve ilerleme adına iki yüzyılı aşan bir süredir atılan adımlar sonucunda kültürel olarak bölünmüş ve geleneksel hayata bağlı olanlar ile yenileşme temsilcilerinin birbirlerine yabancı hale geldikleri bir değişim yaşamıştır. Bu iki kesim birbirinden öyle uzaklaşmıştır ki, aynı zaman ve mekânda ayrı dünyalar kurmuşlardır. Kültürel bölünmenin tarafları birbirlerinden uzaklaştıkça toplum iç birliğini kaybetmiş ve dışarıdan gelecek bozucu etkilere daha açık hale gelmiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türkiye’de çatışmanın ve şiddetin gündelik hayatın bir parçası haline gelmesi, sinema başta olmak üzere müstehcen neşriyatın yayılması, kolay yollardan zengin olmanın zihniyet olarak yerleşmesi, insanlar arası ilişkilerde hürmetin ve güvenin azalması gibi sonuçlar, bu değişimle ilgilidir. Dolayısıyla Müslüman bir toplumda gayrı İslami ve dolayısıyla gayrı insani pek çok şey olağan hale gelmiştir. Toplum kendi değer sistemini koruyacak mekanizmaları yeniden üretemediği için bütün bozucu etkiler karşısında tam bir ahlak kriziyle karşı karşıya kalmıştır.
Millî Görüş Hareketi’nin topyekûn yaşanan ahlaki krizi karşısında “önce ahlak ve maneviyat” vurgusuyla siyaset alanına dahil olması, başka bir dünyanın mümkün olduğu iddiasını da içermektedir. Güçlülerin elinde kötülüğün ve zulmün hâkim hale geldiği, insanlar arası ilişkilerin sahteleştiği, güvenin yerini aldatmanın aldığı ve insanların birbirlerini kolayca yok edebilecek bir fanatizme sürüklendikleri bir ortamda bu iddia, “kendine dön” çağrısı olarak yorumlanabilir. Millî Görüş Hareketi, Türkiye’de resmi ideoloji tarafından reddedilen geleneği ve tarihi mirası kendini tanımlamada merkezi bir yere konumlandırır. Ataları adaleti ve hakkı üstün tutmuş, kendi inancından olmayanlara bile en insani ve ahlaki şartları sağlamış bir toplumun kendi içinde birbirine düşman hale gelmesi ve kolayca şiddete başvurması ahlaki bir düşüşten kaynaklanmıştır. Bu ahlak krizi, medeniyet hamlesinin kaybedilmesine bağlı olarak aile, sanat, edebiyat, mimari, eğitim ve gündelik hayatta da kendisini göstermiştir. Geleneğinden beslenemeyen, geçmişinden habersiz olduğu için geleceğini de kuramayan bir bocalama hali, ahlaki ve manevi boşluğun büyüdükçe büyümesine sebep olmuştur.
Necmettin Erbakan, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olduğu yıllarda, daha sonra Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ndeki görevleri sırasında Türkiye’de yaşanan ahlaki krizi tahlil etmiştir. Ayrıca bu krizden güç ve fayda elde edenlerin düzeninin bozulması gerektiğini savunmuştur. Siyasete dahil olmasında bu şahitliklerinin ve tahlillerinin önemli rolü olduğu bilinmektedir. Özellikle iktisadi alanda ortaya çıkan dengesizlik, Türkiye’nin ahlaki krizinin bir başka yönüne karşılık gelmiştir. Böylece Millî Görüş Hareketi, Türk siyasi tarihinde toplumsal gerilimlerin yoğunlaşmaya başladığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Bu gerilimler, öteden beri toplumda oluşan manevi boşluktan beslenmiş ve büyümüştür. Millî Görüş, bir siyasi harekettir ve değişimle ilgili taleplerini temelde siyaset alanında faaliyet göstererek hayata geçirmek istemiştir. Bu, aynı zamanda bu hareketin güç elde etme amacında olduğu anlamına gelir. Ancak ahlak ve maneviyat vurgusu, gündelik siyaseti aşan esaslara/ilkelere bağlanma ve siyasi hareketin kendi güç talebini sınırlandırma iddiası olarak yorumlanabilir. Millî Görüş Hareketi’nin yükseliş döneminde, belediyecilik başarılarında ve toplumun ötelenmiş kesimlerine ulaşmasında önce ahlak ve maneviyat söyleminin gündelik siyaseti aşan yönüne özellikle dikkat etmek gerekir.