Karar yazarı Yusuf Ziya Cömert ''Nedir savrulmak?'' başlıklı makalesinde dünü bugünü mukayese ederek şunları yazdı:

Güzel zamanlarmış be!

Neden güzel? Yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda mıydı?

Hayır. Yoksulluk paçamızdan akıyordu. Ama pahasını bugün bile biçemediğimiz bize mahsus bir zenginliğimiz vardı.

‘Varmış’ desem daha doğru. Şimdi anlıyoruz içinde bulunduğumuz halin büyük bir nimet, büyük bir zenginlik olduğunu.

Ekmeğimizi bölüşürdük, beş kuruşumuzu bölüşürdük.

Hüznü, heyecanı, sevinci…

Susmayı bile bölüşürdük.

Konuşmayı bölüşürdük. Nasıl bölüşülür ki konuşma?

Aynı dille konuşuyorduk.

Birimizin başladığı cümleyi diğerimiz tamamlayabilirdi.

Bir şiirin bir sonraki dizesini söyler gibi.

Aynı yolun yolcusuyduk. Beraber yürüyorduk. Yürümeyi seviyorduk.

Pankartın bir tarafından birimiz öbür tarafından birimiz tutuyorduk.

Kurtuluş İslam’da mı yazıyordu pankartta?

Ya o ya da ona benzer bir söz.

Pankarttaki sözü ikimiz de seviyorduk.

Dostluğu seviyorduk.

Kardeşliği. Paylaşmayı.

Adaleti seviyorduk.

“Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu/Gelir de Adl-i İlahi Ömer’den sorar onu.”

Hele Ömer’in şahsi işiyle meşgul olurken beytülmalin mumunu söndürüp kendi mumunu yakması…

Böyle olacak işte!

Her yerde anlatıyorduk.

Büyük İmam’ın devletin en yüksek makamını reddetmesini ve bu yüzden zindanda şehit olmasını da gıpta ile anlatıyorduk.

Zulümden, haksızlıktan birlikte nefret ediyorduk dünyanın neresinde olursa olsun ister burada ister başka yerde. İster tarihte ister bugün.

Sanki kendimize mahsus bir ‘medine’miz vardı. Evet alem kötüydü, değiştirmek istiyorduk, değiştirmeye çabalıyorduk, hatta inanıyorduk, bir gün gelecek…

Ama bizim her şehrin içindeki küçük şehirlerimiz güzeldi.

Temizdi.

Ellerimiz temiz, yüzlerimiz temiz.

Birbirimizin elinden, birbirimizin yüzünden kuvvet alırdık.

Kul hakkına, yetim hakkına dair yürekten, içimize hiç gölge düşmeden konuşabilirdik.

Bir gün bu halimizin değişeceği aklımızın köşesinden bile geçmezdi.

Biz iyi takip edemedik, iyi anlayamadık, hiç ummadığımız şekilde hallerimiz değişti yavaş yavaş.

‘Para’yı Lidyalılar keşfetmişti ama biz bihaberdik.

İki bin yedi yüz yıl sonra birden keşfettik.

Geç kalmış bir keşifti. Büyük ihtiram ettik.

Tapındık mı?

Allah bilir.

Dillerimiz öyle değişti ki, nerde kaldı birbirimizin cümlesini tamamlamak, Babil kulesinin efradı gibi birbirimizin dilini anlayamaz olduk.

Ömer’in beytülmalin mumunu kendi işinde kullanıp kullanmaması önemini kaybetti, başkalarına da birbirimize de anlatmayı bıraktık.

Kimin eli kimin mumunda belli olmamaya başladı.

Devlet malı deniz.

İmam-ı Azam’ı da anlatamayız. Başımızın üstüne devlet kuşları konup duruyor. Aman kımıldamayalım uçup gitmesinler.

Yüzlerimiz?

Aynalara baksak kendimizi tanır mıyız?

Birçoğumuz mutluyuz yeni yüzlerimizle. Neydi o eski yüzlerimiz! ‘Kar yağarken kirleniyor’du, şimdi çamur yağsa kirlenmiyor.

Kul hakkı, yetim hakkı eskisi gibi revaçta değil. Açmayalım mevzuyu tatsız şeyler bunlar.

Haksızlık?

Başkasına yapıldığı sürece büyük bir mesele değil. Hem zamanında bize yapılmıştı, men dakka dukka.

Kimseye haksızlık yapılmasaydı daha iyi değil miydi?

Pankartın bir ayağını tutan arkadaşımız bıraktı gitti. Tek başına açamazsın ki pankartı.

Neredeydi ‘kurtuluş?’

Artık ‘kurtuluş’un nerede olduğunu söylesek bile kimse inanmaz.

Nedir savrulmak?

Eski halimizi özlemek mi?

Yoksa eski halimizden bu halimize gelmek mi?