Cumhuriyet yazarı Sadık Çelik ''Manidar bir 14 Şubat görüşmesi: Nerede kalmıştık Sisi kardeşim?'' başlıklı bugünkü makalesinde şunları kaleme aldı:
Siyaset arenasında, bir çöl fırtınası çevikliğiyle değişen bir dünyada, bir zamanlar kınadığı Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi ile yarın (14 Şubat) beklenen buluşmasına gitmeye hazırlanan Erdoğan'ın hikâyesi, politik ironiler arşivindeki yerini almaya hazırlanıyor.
Muhammed Mursi'yi deviren askeri darbeye karşı direnişin sembolü olan Rabia işaretinden, diplomasi koridorlarında yapılacak nezaket dolu tokalaşmalara uzanan siyasi bir tiyatro…
Nereden nereye…
Bay, Katil Sisi’den, dostum-kardeşim Sisi’ye mi?
Peki bu sürecin maliyeti ne oldu?
Siyasi rüzgârların sert bir biçimde yön değiştirdiği bu dönemde, Mısır-Türkiye ticari ve dostluk ilişkileri, politikanın değişken doğasının kurbanı olmaktan kaçamadı.
Afrika kıtasında Türkiye'nin en fazla ihracat yaptığı ülke olan Mısır ile ticaretin, 2005 yılında Serbest Ticaret Anlaşması'nın imzalanmasıyla 955 milyon dolardan, Mursi'nin iktidarda olduğu 2012'de 5 milyar dolara fırlaması, iki ülkenin ekonomik potansiyelinin bir göstergesiydi.
Ancak siyasi sahnenin değişmesiyle birlikte, bu rakamlar da değişkenlik gösterdi. 2013'te Mursi'nin devrilmesiyle, iki ülke arasındaki ilişkilerdeki gerilim had safhaya çıktı. Yaşanan siyasi deprem, diplomatik ilişkilerin sarsılmasına yol açtı.
Sahnenin bir köşesinde, Türkiye'nin Kahire Büyükelçisi Hüseyin Avni Botsalı'nın, 23 Kasım 2013'te Mısır tarafından "istenmeyen adam” (persona non grata) ilan edilmesi ve ardından 29 Kasım'da Mısır'ı terk etmesinin istenmesi vardı. Bu hareket, iki ülke arasındaki gerginliğin ne kadar yüksek seviyelere tırmandığının açık bir göstergesiydi. Diplomatik ilişkilerin bu denli keskin dönüş yaptığı bir atmosferde, sadece iki devlet arasındaki resmi diyalogların değil, aynı zamanda ekonomik ilişkilerin de bu havadan derin bir biçimde etkileneceğini tahmin etmek zor değildi.
Karşılık olarak aynı gün, Türkiye Dışişleri Bakanlığı da Mısır'ın Ankara Büyükelçisi Abderahman Salaheldin'i "istenmeyen adam" ilan etti ve ilişkilerin maslahatgüzar seviyesine indirildiğini duyurdu. Bu, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin, sadece birkaç yıl öncesine kadar var olan sıcaklığının çok uzağına düştüğünün resmi bir teyidiydi.
Siyaset ve diplomasi dünyası, ekonomik gerçeklikler üzerinde baskın bir etkiye sahiptir ve 2013 sonrasında Türkiye-Mısır ticari ilişkilerinin seyri, bu gerçeği bir kez daha teyit etti.
2018'de kısa bir toparlanma yaşansa da 2019 ve 2020 yıllarında iki ülke arasındaki ticaret hacmi bir zamanlar ulaşılan zirvenin altında kaldı.
Siyaset ve ekonomi, aynı madeni paranın iki yüzü gibidir, birbirinden ayrı düşünülemez. Birbirini şekillendirip dönüştürürler. Ve bu süreçte, dünün rakamları, bugünün hikâyeleri haline gelir…
BÜYÜK RESİM
14 Şubat için planlanan Erdoğan- Sisi görüşmesi aslında çok uzun ve kapsamlı bir tiyatronun (şimdilik) son perdesi.
Müslüman Kardeşler’den Arap Baharı’na Suriye’nin kaotik topraklarında süregelen çatışmalara, Suriye’nin parçalanmasına, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesine kadar uzanan bir hikâye bu…
Ve sonra, Mavi Vatan’ın masmavi sularında, Akdeniz'in derinliklerinde yaşanan egemenlik mücadeleleri...
Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" anlayışından günbegün uzaklaşmamız…
Uzunca bir süre komşularıyla kavgalı bir politika izleyen Türkiye, 2010'lardan itibaren hayata geçirdiği rasyonellikten uzak politikalar yüzünden giderek köşeye sıkıştı. Özellikle Ege ve Akdeniz’de darboğaza sürüklendi. Kıta sahanlığı anlaşmaları, bölgesel anlaşmalar, yitirilen tarihi egemenlik hakları… Derken yalnızlaştı ve kendi kıyılarına hapsoldu.
Bu politikasızlıkların faturası, hem içeride hem de dışarıda, ağır oldu.
Güney Kıbrıs’ın, Yunanistan’ın, İsrail’in, Suriye’nin, Mısır’ın dahil olduğu bu oyunda, bir zamanlar denizlerin hâkimi olarak bilinen bir devlet, açık denizlerde sıkışıp kalan, neredeyse kendi kıyılarında balıkçılık yapamaz hale gelen bir ülke portresi çiziyor.
Dolayısıyla, Akdeniz'in derin suları, Ege'nin serin rüzgârları da bu politik döngünün bir parçası.
Ve daha neler neler…
O halde bize artık; “Günaydın, kardeşim Sisi, Esad da sarayda seni bekliyordu” demekten başka bir şey düşmüyor…
Halbuki Esad “Esed” olurken, içeride ve dışarıda hakaret boyutuna varan açıklamaların ardı arkası kesilmezken tüm bunların yanlış olduğu, ülke ve dünya gerçeklerine uymadığını çok söyledik. Nitekim geldiğimiz noktada öyle olmadığı da görüldü. Tabii ancak ağır bedeller ödendikten sonra…
Türkiye'nin dış politikası çok ciddi bir sınavdan geçti, geçiyor. Bir zamanlar Türkiye’nin en büyük müttefiklerinden biri olarak kabul edilen Kaddafi’nin kaybedilmesi de buna dahil, Mısır, Suriye ve Libya ile bozulan ticari ve iyi niyetli dostluk ilişkileri de, Suriye ve Irak’ta yaşanan parçalanmalar da, Amerika’nın Suriye topraklarına yerleşmesi, bizim pratikte hem Rusya hem de Amerika ile komşu olmamız da, kuzey Suriye’de yeni bir devlet yapılanmasının ortaya çıkması da, Rusya’nın Akdeniz’e inmesi de, Ege ve Akdeniz’deki durum da…
Türkiye'nin komşularıyla girdiği çekişmeler ve kavgalar, ülkeye ağır bedeller ödetmiştir.
Türkiye’nin, komşularla sıfır sorun politikası ile başlayan ancak neredeyse sorunsuz komşu kalmama noktasına varan dış politika macerası, siyaset sahnesindeki ironilerin en çarpıcı örneklerinden biri haline gelmiştir.
Komşularla sıfır sorun politikasının iflası, Türkiye’nin içine sürüklendiği “derin ve değerli yalnızlık”, dış ilişkilerde yaşanan dönüşümler ağır sonuçlar doğurmuştur.
Devletlerde dış politikada devamlılık esas olmasına rağmen, AK Parti hükümetleri döneminde bu ilke adeta tersyüz edilmiş ve rafa kaldırılmıştır.
Şimdi, özellikle son iki yıldır, yapılan hatalardan ders alınmaya ve ilişkiler düzeltilmeye çalışılmaktadır.
Ancak özellikle Suriye ile ilişkilerin normalleştirilmesi adına ileri sürülen şartlar, gelecekte Türkiye için ciddi baş ağrılarına neden olacak gibi duruyor.
YİTİP GİDEN DEVLET AKLI
Tüm bu politik manevraların arkasında, bir zamanlar sağlam durduğu düşünülen Cumhuriyetin devlet aklının, AKP hükümetleri döneminde peyderpey yitirilmiş olduğu gerçeği yatıyor.
Bu dönemde yapılan haddini bilmez meydan okumalar, Türkiye'yi sadece diplomatik bir labirente sokmakla kalmadı, aynı zamanda uluslararası ilişkilerdeki konumunu da zorlaştırdı. (Bu savruluşun somut örneklerinden biri, F-35 savaş uçakları programından çıkartılma kararı ve bunun sonucunda yatırılan 1.4 milyar doların geri alınamaması oldu. Ayrıca, 2.5 milyar dolar değerindeki S-400 hava savunma sistemlerinin alımı, bu zorlu dönemin maliyetlerini daha da artırdı. Bu alım, sadece mali bir yük getirmekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası ittifaklar içindeki konumunu da sorgulanır hale getirdi.) Sadece yakın komşularla değil, aynı zamanda daha geniş bölgesel ve küresel aktörlerle olan ilişkilerde de Türkiye'nin manevra alanını daralttı.
Bu bağlamda, “Sisi’ye dönüş”, sadece iki ülke lideri arasındaki ilişkinin dönüşümü olarak görülmemeli; aynı zamanda Türkiye'nin son yıllarda içinde bulunduğu genel siyasi ve diplomasi stratejisinin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.
Bu strateji, esnek politikalar ve pragmatik dönüşlerle meşrulaştırılmaya çalışılsa da aslında derinlerde bir devlet aklının yitirilmesi ve buna bağlı olarak uluslararası ilişkilerde savrulmalar yaşanması temel sorununu barındırıyor.
Burada bir parantez açmakta yarar var.
S-400'lerin alımı Amerika'ya bir “posta koyma” girişimi olarak görülebilir ve bu özünde doğru bir adım olabilir. Ancak, NATO'nun bir parçası olan Türkiye'nin savunma sanayii ve güvenliği düşünüldüğünde, S-400 alımının aslında akıl ve mantık dışı bir hareket olduğu anlaşılacaktır.
Amerika'ya "had bildirmek" için kendi ayağınıza kurşun sıkmak, bindiğiniz dalı kesmek gibi bir şeydir ve bunun bedeli elbette ki ağırdır.
Yeni nesil F-35'lerin tedarik edilmesi Türkiye'nin önünde yeni ufuklar açacaktı fakat olmadı. F-35 programında Türk şirketlerinin ciddi birer üretici konumunda olduğu, yedek parça tedariki yapmak üzere Türk sanayi kuruluşlarının büyük yatırımlar yaptığı bir gerçektir. Yapılan yatırımların aşağı yukarı 10 milyar dolara yaklaştığı söylenmektedir ve gelinen noktada, geri alamadığı parasının yanında Türkiye’nin söz konusu yatırımları da çöpe gitmiştir. Kurumlar büyük zarara uğramıştır.
Ki bugün Türk savunma sanayii şirketleri bir noktaya gelebilmişse hatta 5 yıl sonra uçak motorlarının da üretilebileceği söyleniyorsa (umarım ve dilerim ki bu tahmin gerçekleşir), bu Türkiye'nin F-16 gibi havacılık araçlarını bünyesinde bulundurması, bunları neredeyse 70-80 yıldan beri savunma sanayiinde kullanıyor olmasının bir sonucudur.
Zira o araçların bunca yıldır tamiri, bakımı ve kullanımı sayesinde o araçlar ülkemizde üretilme noktasına gelmiştir.
Ancak bugün artık yeni nesil araçlar söz konusudur ve bunlar, ulusal güvenlik ve etkili savunma sanayii açısından mutlaka edinilmelidir.
Elbette temelde savaşa karşıyız ve savunma sanayii harcamalarına da hakeza… Ancak reel politik açısından ülke çıkar ve menfaatleri bunu gerektiriyor. Çünkü:
“Hazır ol cenge, ister isen sulhu salah.”
SON SÖZ
Sisi ile görüşmek, devlet çıkarları açısından kesinlikle doğrudur doğru olmasına.
Zira; "Küçük menfaatler için büyük hedeflerden vazgeçilemez" ilkesi, bugünün Türkiye'si için oldukça anlamlı bir rehber olabilir.
İhvancı politikalar ve inanç temeline dayalı yönetim anlayışları uğruna, bir ülkenin çıkarları, hak ve menfaatleriyle, hatta geleceğiyle oynanmasının, Türkiye'ye ağır bedeller ödettiğini ve ülkeyi derinden yorduğunu yaşayarak gördük, görüyoruz.
Yaşadığımız enflasyon, ekonomik sıkıntılar, yüksek faiz oranları ve neredeyse “sıfır dost” politikası, hepsi birbiriyle iç içe geçmiş durumda…
Bu sorunların çözümü, saplandığımız çamurdan çıkma çabası, maalesef ülkemize hem zaman kaybettiriyor hem de ağır bedeller ödetiyor.
Devletler arasında ne küslüğe ne de duygusallığa yer vardır; esas olan çıkar ve menfaatlerdir.
İhvancı ve İslamcı politikalar maalesef Türkiye'yi zor bir duruma sokmuştur. Bugün karşı karşıya kaldığımız derin yoksulluk, durdurulamayan enflasyon, yüksek faiz, ekonomik sıkıntıların tümünün bir sebebi de komşularla olan ilişkilerimizdir. Komşularımızla ticari, ekonomik ve dostluk ilişkilerinin bozulması, hatta durması, bugünkü ekonomik sıkıntıların önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Birini diğerinden ayırmak mümkün değildir.
Ülkede bugün milyonlarca üniversiteli genç işsiz var, boşanma oranları almış başını gidiyor, insanlar artık kendi ailelerini, yuvalarını kuramaz hale gelmiş. Eskiden tek kişinin çalışıp 5 kişiye baktığı ailelerden, bugün her bireyinin çalışıp yine de temel ihtiyaçların karşılanamadığı ailelere geçildi.
Kentten köye göç başlamış… Ancak orada da umut yok. Zira tarım ve hayvancılıkta başarıya ulaşmak da bir akıl ve hafıza gerektirir. Kentten köye göç eden insanlar söz konusu tarım hafızası, aklına, fiziğine ne yazık ki sahip değildir. Yaşamını köyde sürdürenlerin büyük çoğunluğu ise yaşlı nüfustur. Ayrıca toprakların büyük bir kısmı da işlenemez hale gelmiştir. Bunlar olmayınca başarıya ulaşmak namümkündür. Ki zaten büyük umutlarla kentten köye göç edenlerin bir kısmı “yapamadıkları”, hayal ettikleri gibi bir yaşamı orada kuramadıkları için yeniden kente dönmenin yollarını aramaya başlamıştır bile.
Ülke, maalesef bu naçar ve zavallı duruma göz göre göre yuvarlanmıştır. Tarım ve hayvancılıkta yeterince üretemeyen, et dahil tarım ürünlerinin birçoğunu ithal eden, kendi kendine yetemeyen bir ülke… 47 bin TL’lik yoksulluk sınırının altında kalan yaşamlarını yeterli ete ve gıda ürünlerine ulaşamadan, karnını bile doyuramadan geçiren koca bir halk… Kendi insanını besleyemeyen güzelim ülke toprakları.
Tüm bu nedenlerledir ki devlet politikalarında pragmatizm ve rasyonellik, derhal ve kalıcı olarak, “duygusal” yaklaşımların yerini almalıdır.