T 24'de  Ateş İlyas Başsoy, ''AKP'nin yeni İstanbul İl Başkanı, İbn-i Rüşd, Debussy ve AUDI üzerine'' başlıklı makalesinde şunları yazdı:

Kabaktepe, AKP yumurtasını içten kıracak civciv olabilir

Osman Nuri Kabaktepe’nin AKP İstanbul İl Başkanı olduğunu duyunca şaşırdım. Medya kendine yakışan bir sığlıkta değerlendirme yaparak AKP’nin Saadet oylarına gözünü diktiğini filan söyledi. AKP, 31 Mart’ta İstanbul’u 13 bin oyla seçim kaybetmiş, aynı seçim Saadet 100 binin üstünde oy almıştı. Medyanın sığ yorumuna “düz matematik” de destek veriyordu: Kabaktepe bu “ekstra”100 bin oy için transfer edilmişti.

Konuya bu seviyede baksam bu değişim benim için pek şaşırtıcı olmazdı. Oysa Saadet’in oyunun (Bahçelileşmiş MHP’oyu gibi) yanıltıcı olduğunu biliyordum. Saadet %1’lik bir parti gibi görünse bile AKP içinde en az %20 oy alacak bir “temel” temsilin ikinci partisi durumunda. Tıpkı yıllarca %13 civarı oy alan MHP’nin bölününce %21 oy alması gibi. Gerçekte 2017 öncesi MHP’nin sadece 3 puan kadarı “Bahçelileşmiş MHP”de kalmış, 10 puanı İyi Parti’ye geçmişti. MHP’nin aldığı %11 oyun büyük kısmı, koalisyon olmasa yine “Reis”e oy verecek, AKP içindeki ülkücü oylarıydı. O 3 puanlık MHP, sırf bu güçten ötürü bugün Türkiye’yi yönetiyor; AKP oylarının neredeyse yarısının ikinci partisi olan 1 puanlık Saadet’in gücünü siz hesaplayın.

Yine görünüşe bakarsak Saadet (veya Milli Görüş) muhalefetinin merkezindeki önemli adımlar çoktan atıldı: Başörtüsü yasağı diye bir şey kalmadı, Ayasofya cami oldu… Peki Saadet ne demeye hala “dışarıda”? Bugün AKP’ye evet dese her biri bakan olacak Saadet yönetimi neden yirmi yıldır tekkeyi bırakmıyor?

Yanıt galiba Kabaktepe’de… Okan Bayülgen programına alkışçı olarak katılıp “Okan” demeye başlayanlar meşhurdur. Ben de “Osman”dan, Kabaktepe diye bahsetmenin zorluğunu yaşıyorum, o nedenle RTE misali baş harfleri kullanayım: ONK çok eski arkadaşım, onu bir hayli iyi tanıyorum, en azıdan 2013’e kadarki halini... Öyle ki, telefonumdaki diğer Osman’larla karışmasın diye adını “Bizim Osman” diye kaydetmiştim, hala da öyle durur. Bursa’daki baba evime gelip, anamın çayını bile içmiş biridir.

AKP içindeki pek çok dindar arkadaşımla 2013’ten sonra uzaklaştım. Ne yaptıklarını, ne düşündüklerini sormadım. Akla karşı savaşan bir iktidar karşısında ideallerine bağlı kalıp kenara mı atıldılar, kendilerinden vazgeçip lükse boğulmayı mı seçtiler, bilmek istemedim; bu bilgiden korktum, en azından zihnimde eski halleri gibi kalmalarını diledim. Bu arkadaşlarım içinde en güvendiğim kişilerden biri Osman’dı. Bir laf açılır, bir şeyler tartışılır ve bana “iktidar ağzı”yla yanıt verir endişesiyle onunla da muhabbeti kestim.

Benim bildiğim ONK dincilerin sadece biat edeceği ve sadece ihale takip edeceği inancının karşı tezi gibiydi. En aykırı fikirleri bile sabırla dinler, kendinden emin cahil insanlar gibi tepeden itirazlar etmez, strateji gütmez, ölçer, biçer; “fikri hür, vicdanı hür” bir birey gibi davranırdı. On yıl kadar önce AKP’li bir belediyenin finanse ettiği bir kent sosyoloji dergisinin başına geçince benden yazı istedi. Rahatlıkla BirGün’de basılabilecek, AKP’nin beton şehvetini eleştiren bir metin yazdım. Debussy’nin, “müziği yaratan notalar değil aradaki boşluklardır” sözünden hareketle, bir kenti kent yapan değerin binalar değil, aradaki yeşil alanlar, parklar, ormanlar olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu yazı hiçbir sansüre uğramadan ONK yönetimindeki AKP dergisinde basıldı.

Sonra işler değişti… 2010’daki referandumun ardından AKP’nin “çok sesli” görünmeye ihtiyacı kalmadı. Kürsü dili hızla sertleşti. Aynı tarihlerde Twitter denilen nefret üretim aygıtı da yükselmeye ve tüm dünyada bir dert olmaya başladı. AKP’nin pervasızlaşması, Twitter’ın yükselişine denk geldi. Sosyal medya linçleri “iptal kültürü”nü doğurdu. Hoşuna gitmeyen, bizden olmayan bir kişinin herhangi bir davranışından ötürü özür dilemesi bile kimseyi kesmemeye başladı, o kişi hayattan silinmeli, intihar etmeli veya mümkünse zindana atılmalıydı. İsveç, Norveç gibi uyumlu toplumları dahi sarsan “iptal kültürü”, Türkiye’de zıvanadan çıktı. Birbirini asla dinlemeyen gruplar, kent içinde kalın surlar örüp kendi köylerini yarattılar ve diyalog isteyenlerden başlayarak istemedikleri herkesi dışarı attılar. Sadece AKP’de değil, her yerde böyle oldu bu iş. “Politik doğruculuk” bir Orta Çağ histerisine dönüştü, köy meydanlarında toplu idamlar günlük ritüel haline geldi.

Son kitaplarım “Seveceksen Radikal Sev” ve “Hepimiz Aynı Belediye Otobüsündeyiz”de bu histeriden bol bol bahsettim. AKP’nin kaybetme nedenlerini sıralarken medya etkililiğindeki düşüş, patron sevindi sendromu, ak mavra, babalanma ve yeni kentlileri ıskalama gibi konuları bu bağlamda kavramlaştırdım.

“İtibardan tasarruf olmaz” cümlesi imamın ağzından bir kez çıkınca cemaatin ne yapacağı belliydi. Maddeye duyulan arzu, maddeyi kaybetme korkusuyla sert bir hiyerarşi oluşturdu. Bu hiyerarşi kişilerin bilgilerine göre değil Audi’nin modellerine göre sıralandı: A8’i olan bürokrat A6’sı olandan haliyle üstün, A4’ü olandan haydi haydi üstündü. A4’e binen bürokrat ise eğer koltukları deriyse, koltukları kumaş olandan itibarlı olmalıydı.

AKP kadroları eblek biçimde “Reis”e tapan, “Reissiz” bir dünyada çaycı bile olamayacak, korkak ve her korkak gibi zalim insanlarla kaplandı. Dünyevi olan tutku, tepeden tırnağa kibirli, gaddar, empati yoksunu bir besin zinciri oluşturdu.

Saadet’in AKP ile bir türlü birleşmemesinin nedeni işte buydu… AKP’deki madde tutkusu Saadet’te olsaydı, zaten bugün Saadet diye bir parti olmazdı. “Bu dincilerin hepsi iktidarı elde edene kadar mazlumu oynar, sonra da Arap şeyhleri gibi lüks içinde yaşayıp kendileriyle çelişirler” teoremini aksiyom haline getirmemek için Saadet Partililer AKP’ye değil, Abuzer’e yakın durmaya çalıştılar.

Bütün yapılar heterojendir, mermer bile bir mozaiktir. Bildiklerimizin aksine AKP’nin içinde de herkes her konuda hem fikir değil. Kuşkusuz Audi gayet konforlu bir otomobil ama yeterince aklı olanın tüm aklını alacak kadar konforlu bir otomobil henüz üretilmedi... Sessiz kalsa, geri çekilse bile AKP içinde duran ve AKP’nin bu gidişine de dur demeye çalışan büyük bir grup halen var. Bunlar uzun zamandır bürokraside de geriye itildikleri için muhtemelen Audi A1 sahibi bile değillerdir ama ilk başta söylediğim gibi mevcut AKP seçmeninin neredeyse yarısını temsil ediyorlar.

Gelen yorumlara bakınca son kitaplarımı AKP’lilerin hiç okumadığını düşünüyorum, daha doğrusu düşünüyordum... “AKP’nin neden kazandığı, CHP’nin neden kaybettiğini” anlattığım 2011 baskılı kitabımı AKP’nin tepe yönetimi (sanırım sadece başlığı okudukları için) çok sevse de, tam ters başlığı sahip son iki kitabımı (sanırım yine sadece başlığı okudukları için) yok saydılar.

Oysa bu kitaplarda AKP’nin yararlanacağı bilgiler vardı. AKP’nin neden kaybettiğini anlattığım sayfalara İbn-i Rüşd’ün altın değerinde bir sözünü eklemiştim: “Yumurta içten kırılırsa hayat başlar, dıştan kırılırsa hayat biter”

Kabaktepe, AKP yumurtasını içten kıracak civciv olabilir. 2013’ten beri hiç görüşmediğim için “olabilir” diyorum, 2013 öncesi halini koruduysa kesin olarak “olur” derim.

Eğer değişmediyse AKP’nin en önemli görevlerinden birine, olabilecek en doğru kişi geldi. ONK AKP yumurtasını içten kırıp, yeni bir hayat başlatabilir; Erdoğan ve Gül’ün yirmi yıl önce yaptığı gibi… Maddeye, makama ve bunları kaybetme korkusuna boğulmuş “şirket personeli”nin aksine, ONK vicdanının sesini dinler. Bu nedenle uzun dönemden sonra ilk kez Erdoğan’dan değil, Allah’tan korkan bir isimle karşı karşıyayız diyebiliriz.

Bu elbette yapılan eylemler ve söylenen sözlerle anlaşılır. AKP’nin kabuğunu kırıp yeniden doğması için reklam kampanyaları, algı oyunları filan zerre işe yaramaz. Herkesin karnı tok artık bu işlere.

Mesela ONK şunu diyebilecek mi? “Tehlike arz eden dev gemilerin daracık Kanal İstanbul’dan geçmesine imkan yok. İmkan olsa bile o gemileri o kanala sokacak yaptırım gücü yok. Kanal İstanbul’un yüksek teknolojiyle kontrol edilen Boğaz trafiğini hafifleteceği bir palavradır. Bu proje Dubai’deki yapay su kanalları gibi, su kenarındaki “manzaralı” arazileri ranta açıp voli vurma projesidir. Kesin olan tek şey şehrin içme suyu kaynaklarını yok edeceği, nüfusu çarpık biçimde birkaç milyon daha artıracağı ve İstanbul’a onarılmaz bir ekolojik zarar vereceğidir. Bu nedenle baştan aşağı yanlış bu çılgın projeyi unutup, kentimiz yararına “akıllı projeler” üretmenin zamanı geldi…” Der mi? Derse ve o görevde kalmaya devam edebilirse, o zaman işler değişir.

Veya “Gezi bir kente sahip çıkma eylemidir. Çıkar grupları bunu kullanmak istemiş olabilir ama sapla samanı ayırmak gerekir. Bir tek gencimizin bile onurunu kıramaz, bir tek masumu bile haksız yere itham edemeyiz. Gezi’nin üstünden bunca zaman geçmesine rağmen hala “Camide içki içtiler” diye kürsüden konuşmak bize yakışmaz. Bu ülkenin solcusu, sosyalisti vicdanlı insanlardır. Bizde kimse camide içki içmez. Velev ki iki ergen böyle bir şey yaptı, alır karşına konuşursun. İddian varsa bunu kanıtlarsın. Bir kişinin davranışı üzerinden milyonlarca kişiyi yaftalayamazsın. Bu yalanı döndüre döndüre sekiz yıldır konuşamazsın… Bu sözü hala söylemenin nedeni kendi seçmenini konsolide etmekten öte, CHP seçmenini deli etmek ve kutuplaşma yaratmaktır ama o devir kapandı artık. Seçmen kutuplaşma istemediğini en net şekilde ifade etti. Türkiye değişti… Zıtlıkla gelecek oy bize gelmesin daha iyi.” der mi? Benim bildiğim ONK fazlasını bile der. Deyip de orada kalabilir mi? Kalırsa bütün işler değişir.

İstanbul’da CHP il başkanından sonra, AKP il başkanı da eski bir dostum oldu. Kabaktepe ve Kaftancıoğlu sığ tahlillerin aksine, birbirlerine çok benzeyen insanlar.

Eski dostum Osman Nuri Kabaktepe hala hayattaysa; bunca iptal kültürü, bunca delilikten sağ çıkabilmişse, eminim ki patron sevindirmek ve seçim kazanmak için çalışmayacak.

Bu, AKP bir sonraki seçimleri kazanabilir demek.