Erbakan dış politikaya yönelik planlarını Türkiye’nin liderliğinde bir Dünya İslam Birliği örgütlenmesi üzerine kuruyordu. AKP’nin her ne kadar “Milli Görüş gömleğini çıkardık” dese de son yıllarda izlediği dış politikada Erbakan’ın izlerini görmek mümkün.

Taraftarları Hoca’yı bir efsane olarak görürken, rakipleri onun hayalciliğini ön plana çıkartıyordu. Örneğin “Hoca’nın hayaline kurşun sıksan yetişmez” sözü birçok çevre tarafından benimsenmişti. Olay malum; MSP lideri Erbakan, partisinden Hasan Aksay’a “Git Adalet Partisi’nden Cihat Bilgehan’ı bul. 50 milletvekili arkadaşıyla birlikte istifa edip bize transfer olsunlar. Cumhurbaşkanı da hükümeti kurma görevini bize versin” demişti. Kuşkusuz Bilgehan bu öneriye cevap bile vermemişti.

Fakat Erbakan sadece bir hayalperest değildi, öyle ki onun bir zamanlar “hayal” olarak görülen birçok hedefinin AKP iktidarı döneminde şu ya da bu şekilde gerçekleşmiş olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle, her ne kadar “Milli Görüş gömleğini çıkardık” deseler de AKP’lilerin, özellikle dış politikada attığı birçok adımda Erbakan’dan esinlenmeler olduğu ortadadır.

Örneğin Filistin davasını İslami hareketin gündemine en esaslı bir şekilde taşıyan lider Erbakan’dır. Aynı Filistin davasının, özellikle Davos olayından sonra AKP hükümetinin dış politikasının temel direklerinden biri haline geldiğini görüyoruz. Benzer bir şekilde Türkiye-İsrail ilişkilerinin son yıllardaki aşağıya doğru seyrinde de Erbakan’ın öğretilerinin bir şekilde etkili olduğunu düşünebiliriz. Bu noktada Erbakan’ın anti-semitik (Yahudi karşıtı) olup olmadığı tartışması yine karşımıza çıkıyor. Erbakan’ın yıllar boyunca dünyadaki tüm adaletsizlikleri esas olarak bir “Siyonist-Mason komplosu” olarak adlandırmış olduğunu biliyoruz. Son yıllarda bu eleştirileri daha da sertleşti ve sistematize oldu. Bunu yaparken geniş ölçüde Adnan Oktar’ın “Harun Yahya” müstearıyla kaleme aldığı kitaplardan yararlanmış olması hayli düşündürücüdür. Her ne kadar Erbakan yanlıları, onun tutumunun “anti-semitik” değil “anti-siyonist” olduğunda ısrar etseler de, zaten aralarında çok ince bir çizgi olan bu iki kavramın Erbakan’ın söyleminde iyice iç içe geçtiğini düşünüyorum. Bu bağlamda Başbakan Erdoğan ve kurmaylarının, Erbakan’ın aksine, eleştirilerini İsrail devletinin halihazırdaki yöneticilerine yöneltmeye azami özen göstermekte olduğunu vurgulamalıyız.

Erbakan’ın beş rüyası

Erbakan’ın beş rüyası vardı. Bunlar:

1) Müslüman Ülkeler Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BM yerine)

2) Müslüman Ülkeler Savunma İşbirliği Teşkilatı (NATO yerine)

3) Müslüman Ülkeler Ortak Pazar Teşkilatı ve Birliği (AB yerine)

4) Müslüman Ülkeler Ortak Para Birimi (Euro yerine)

5) Müslüman Ülkeler Kültür İşbirliği Teşkilatı (UNESCO yerine)

Erbakan bunların hepsini “Dünya İslam Birliği” şemsiyesi altında topluyor ve bu birliğin lideri olarak da tabii ki Türkiye’yi görüyordu. Taraftarlarıyla her bir araya geldiğinde onları “Türkiye’nin liderliğinde bir dünya İslam birliği” için cihad etmeye and içiriyordu.

AKP’nin son dönemde başta Ortadoğu olmak üzere nüfusunun çoğu Müslüman olan bazı ülkelerle geliştirdiği bir dizi ekonomik, siyasi, kültürel ve stratejik işbirliğini pekala, uzun bir süre “rüya”dan öte “hayal” ve “ütopya” olarak görülen bu hedefler ışığında değerlendirebiliriz. AKP hükümetinin birebir Erbakan’ın reçetelerini uyguladığı tabii ki söylenemez; Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” konseptiyle Türk dış politikasına getirmiş olduğu yeni perspektifi tabii ki yabana atamayız ama son dönemdeki birçok gelişmenin ister istemez akla Erbakan’ı getirdiği de ortadadır. 

Erbakan’ın İslam dünyasındaki yeri

Erbakan’ın yalnızca Türkiye’de değil İslam dünyasında da hep müstesna bir yeri olmuştur. Yasal siyasi arenada onun kadar eski, deneyimli, dayanıklı ve başarılı bir başka İslamcı lider yok. Bunda İslami hareketleri belli sınırlar içerisinde oyuna kabul eden Türkiye’deki mevcut sistemin rolü büyük olsa da Erbakan’ın maharet, yetenek ve karizması asla göz ardı edilemez.

Erbakan İslam dünyası tarafından biliniyor; Sünni kökenli İslami hareketlerden belli bir saygı da görüyor ama Türkiyeli olmayan Erbakancı ya da Milli Görüşçü yok. 

Halbuki Türkiye’de Humeynici, Seyyid Kutupçu, Mevdudici ya da Hizbüttahrirci, Müslüman Kardeşler sempatizanı ve hatta El Kaideci oldu. 

Peki bu neden kaynaklanıyor? Bu noktada da Türkiye’nin kendine özgü koşulları önemli. Örneğin dil sorunu: Türkçe, Arapça gibi İslam dünyasının büyük bir bölümünü kucaklayabilecek bir dil değil. 

Yine de Erbakan’ın kişisel özellikleri bu noktada belirleyici rol oynuyordu. Öncelikle Türkiye’yi İslam dünyasının lideri yapma iddiası, gizli ya da açık belli bir Türk alerjisi taşıyan Arap dünyası nezdinde Erbakan’i antipatik kılıyordu. Kaldı ki Erbakan, İslam dünyasıyla ilişkileri kendisi üstlenmiş durumdaydı ve sadece yönetici elitleri muhatap alıyor; yani İslam topluluklarına doğrudan seslenmiyordu. Ama en önemlisi Erbakan’ın görüşlerinde, dünyanın her köşesindeki İslamcıyı cezbedecek bir derinlik ve özgünlük yoktu. Çünkü Erbakan siyaset yapıyordu fakat görüş üretmiyordu.

Dolayısıyla siyasetin tıkandığı yer ve zamanda o da tıkanıyordu.

“Demokrasi kahramanı” mı?

Erbakan ve Milli Görüş hareketinin demokrasiyle ilişkisi konusu öteden beri kafaları karıştırmıştır. Bunun birinci nedeni MNP, MSP ve RP, FP, SP’nin birer siyasi partiden çok, belli bir “sır”rın paylaşıldığı, kendi ritüelleri ve daha önemlisi apayrı bir mantığı olan birer “kan kardeşliği cemaati” olmalarıdır. Üstelik ne cemaat, ne de onun liderinin demokrasi kavramıyla aralarının iyi olduğu söylenemez. Hedeflerini “Adil Düzen”, “Saadet Nizamı” gibi dinsel vurgusu güçlü kalıplarla tanımlayan Milli Görüşçülerin gözünde demokrasi uzun bir süre basit bir “beşeri ideoloji” olarak görüldü ve küçümsendi. 

Demokrasi bir “amaç” değil de “araç” olarak algılandı. Hareket içinde beşerler arasındaki ilişkilerde de demokrasiye itibar edilmedi. Milli Görüşçüler, bütün bunlara rağmen mecburen atıfta bulunmak durumunda kaldıklarında, kendilerini “en demokrat” ilan etmekten de asla beis duymadılar. Öyle ki ona reva görülen mağduriyet ve mahrumiyetlerden hareketle Hocalarını bir “demokrasi kahramanı” yapma konusunda da epey kararlı davrandılar.

Peki Erbakan’dan bir “demokrasi kahramanı” çıkartmak mümkün müdür? Erbakan 40 yılı aşkın süre boyunca siyaset yaparken hep yasal, meşru çerçevede hareket etti; sistemin kendisine reva gördüğü onca adaletsizlik ve zulme karşı da metanetini bozmadı, kendi tabanını ve dolayısıyla Türkiye’yi sonu belirsiz maceralara sürüklemedi. Bu bakımdan kendisi demokrasiye inanmasa da Erbakan’ın Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıları asla azımsanamaz. 

Ruşen Çakır