Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığı: Sentetik siyasetin sonu!






Partili cumhurbaşkanlığı, siyasette dönüşümü kaçınılmaz kılmaktadır. Belki de orta ve uzun vadede, partili cumhurbaşkanlığı başarısız liderin siyaset sahnesinden çekilmesini zorlayarak, koltuğunu bırakmamaya dayalı siyasal kültürümüzde bir kırılma yaratabilir.













Doç. Dr. Mehmet Zahid Sobacı


16 Nisan referandumunda sandıktan çıkan ‘evet’ oylarının somut siyasal ve hukuksal sonuçları yavaş yavaş görülmeye başlandı. Öncelikle, Cumhurbaşkanı Erdoğan kurucusu olduğu AK Parti’ye 2 Mayıs’ta üye oldu. Ardından, Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) üyeleri seçildi. Bilindiği gibi, referandumda kabul edilen anayasa değişikliğine göre, 13 üyeden oluşan HSK’da Adalet Bakanı ve Adalet Bakanı Müsteşarı yer almakta, bunların yanı sıra yedi üye TBMM tarafından seçilirken; dört üye Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktaydı. 17 Mayıs’ta TBMM’nin yedi üyeyi seçmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan kendi kontenjanından dört üyeyi belirledi. Anayasa değişikliğinin en önemli siyasal sonuçlarından biri geçen hafta sonu yaşandı ve AK Parti’nin 3. Olağanüstü Kongresi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan 998 gün sonra AK Parti Genel Başkanlığını devraldı.




Erdoğan’ın AK Parti’ye üye olması ile Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığı dönemi fiili olarak başladı. Elbette, bu dönem başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere mevcut siyasal aktörler için tecrübe edilmemiş yeni bir dönemdir. Aynı zamanda, partili cumhurbaşkanlığının Türkiye’de hem siyaset müessesesinin kendisi hem de siyasal partiler açısından önemli siyasal dönüşümlerin yaşanmasına yol açması kuvvetle muhtemeldir.

Başkanlı hükümetin gereği

Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığının fiili olarak siyasi hayata girmesi anayasa değişikliği sürecindeki tartışmaları tekrar hareketlendirdi. Bu tartışmalarda yine aynı metodolojik hataya düşüldüğü ve parlamenter sistem bağlamında bu meselenin ele alındığı görülmektedir. Cumhurbaşkanlığı Sistemi, başkanlı hükümet modeline dayanmaktadır. Dolayısıyla, partili cumhurbaşkanlığı ve onun tarafsızlığı meselesinin, parlamenter sistemin özellikleri ve kodları üzerinden tartışılması doğru olmaz. Bu mesele ABD, Brezilya veya Fransa gibi başkanlı hükümet modellerine sahip ülkelerle karşılaştırılarak değerlendirilmelidir. Bu ülkelere bakıldığında ise, başkanın partisi ile bağının kesilmediği görülmektedir.

Hatta, siyaset bilimci R. Skinner, başkanlık sisteminin prototipi olarak gösterilen ABD’de geçmiş dönemlerde başkanın partiler üstü hareket etmesi gibi bir beklenti olduğunu, ancak 1980’lerden itibaren “partizan başkan” (partisan presidency) anlayışının ön plana çıktığını ifade etmektedir. Partizan başkan, ABD’de parti lideri gibi davranmakta ve başkanın parti üyesi olarak sergilediği performans kendi partisinin adaylarının seçiminde etki sahibi (coattaileffect) olmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığı doğru metotla tartışıldığında, yani parlamenter sistemin, özellikle Türkiye’deki vesayetçi parlamenter sistemin kodları üzerinden değerlendirilmediğinde, daha sağlıklı tespitler yapılabilir.

Türkiye’de cumhurbaşkanının partisi ile bağının kesilmesi zorunluluğu 1961 Anayasası ile gelmiş ve 1982 Anayasası aynı anlayışı devam ettirmiştir. Ancak, yakın siyasi tarihimize baktığımızda, söz konusu anayasal hükme rağmen, siyasal pratiğin başka bir gerçeklik ürettiği anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan hiçbir siyasi aktörün ideolojisini, siyasetle bağını veya partisine ilgisini kesmediği görülmektedir. Bunun en yakın örnekleri cumhurbaşkanı seçildikten sonra partilerinin ve siyasetin üzerinde etkilerini hissettiren Turgut Özal ve Süleyman Demirel’dir. Bu tespit, askeri ve yargı bürokrasisinden gelen cumhurbaşkanları için de geçerlidir. Bürokrasiden gelen cumhurbaşkanları “vesayet partisi”ne mensubiyetle ifade edebileceğimiz bir ideolojik konumlanmayla hareket etmişlerdir. Dolayısıyla, Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığının yasaklanması sadece kâğıt üzerinde kalmıştır.

O nedenle, 1960’lardan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti’ye dönmesi yeni bir döneme işaret etmektedir. Partili cumhurbaşkanlığı dönemi, siyasetin ruhuyla bağdaşmayan zorlama yapaylıkların ortadan kalktığı ve sentetik siyasetin sonunun geldiği bir dönemdir. Yeni sistemin içerisinde barındırdığı yüzde 50 artı 1 formülü, bu sentetik siyasetin sonlanmasında pekiştireç rolü oynayacaktır. Böylece, bir yandan toplumun merkezine hitap eden daha kuşatıcı siyaset izlenmesinin, diğer yandan bir partiden aday olarak doğrudan halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanının artık seçmenle daha sahici ve daha sağlıklı bir iletişim kurabilmesinin yolu açılmıştır.

Siyasal partiler üzerindeki etkisi

Partili cumhurbaşkanlığının siyasal partiler üzerindeki etkisi, iktidar ve muhalefet partilerini kapsayacak şekilde kısa veya orta vadede kaçınılmaz bir değişimdir. Bu değişime en hazır parti şu an için AK Parti görünmektedir. Pratiğin belirleyici olduğunu kabul etmekle birlikte, AK Parti’nin bu değişime zihinsel ve söylemsel düzeyde hazır olduğu belirtilebilir. AK Parti 3. Olağan Kongresinde, Erdoğan’ın Türkiye’nin geleceğine (Ekonomik ve demokratik açıdan orta düzey tuzağına düşmemek); dış politikaya; FETÖ, PKK ve DEAŞ ile mücadeleye ve parti içi yenilenmeye yönelik mesajlarını içeren konuşmasında söz konusu değişime yönelik hazırlığın ipuçlarını görmek mümkündür. Çünkü reform yapabilmek için öncelikle bazı şeylerin değişmesi gerektiğine dair bir farkındalık gerekir. Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta yapılan kongreyi bir muhasebe yapma vesilesi olarak tayin etmesi, bu farkındalık için önem arz etmektedir.

2019 yılındaki seçimler öncesi, AK Parti’nin 15 yıldır iktidarda olmanın beraberinde getirdiği yıpranmışlığı onarması gerekmektedir. AK Parti’nin Gezi olayları, 17-25 olayı, uluslararası baskılar ve nihayetinde 15 Temmuz işgal girişiminin ortaya çıkardığı siyasal atmosferde yeşeren yeni siyasal kodlara göre parti politikasını, programını ve teşkilatını yenilemesi gerekmektedir. 16 Nisan sonuçları üzerinden AK Parti’nin ortaya çıkan yeni sosyolojiyi anlayarak, kentli orta sınıfa ve gençlere temas edecek bir dil bulması gerekmektedir.  AK Parti’nin diğer partilerden ayırt edici özelliklerinden biri, onun reformist tavrıdır. Bu AK Parti’nin ontolojisi ile ilgilidir. Bu tavrından vazgeçebilmesi mümkün değildir. Belirttiğim gereklilikler nedeniyle, şimdi bu tavrı kendisi için de işletmek zorundadır. Karizmatik, tartışılmayan ve seçmen kitlesi ile bütünleşmiş kurucu liderin partinin başına yeniden geçmesi, AK Parti için bu değişimi hasarsız gerçekleştirmesi açısından birçok fırsat sunmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti’ye üye ve genel başkan olmasıyla, partinin bir heyecan ve dinamizm kazanması ve reformist tavrın yeniden canlanması beklenebilir. Bu bağlamda, partili cumhurbaşkanlığı AK Parti için reformist lider ile kurumsal yapının yeniden bütünleşmesi anlamına gelmektedir.

Muhalefet partileri açısından partili cumhurbaşkanlığı bir fırsattan ziyade siyasal karmaşaya işaret etmektedir. Bu partilerin milletin yüzde 50 artı 1’inin gönlüne girebilmeyi sağlayacak kuşatıcı siyaset, söylem ve politikalara sahip olmaması, partili cumhurbaşkanlığı döneminin muhalefet partileri açısından sıkıntılı olmasının temel sebebidir. Bunun yanı sıra, muhalefet partileri 2019 için tartışmasız ve güçlü cumhurbaşkanı adaylarına da sahip değildir. “Çatı aday” fikri ise, yukarıda bahsettiğimiz sentetik siyasete hapsolmakta ve sahicilik yoksunluğu nedeniyle toplumda karşılık bulamamaktadır.

Partili cumhurbaşkanlığı, seçimlerde artık siyasetçi bir adayın karşısında bürokrat kökenli bir adayın değil, yine bir siyasetçinin yarışmasını ve parti liderlerinin kendilerini ortaya koymasını siyaseten zorunlu kılmaktadır. Deniz Baykal’ın “Kılıçdaroğlu genel başkan olacaksa, 2019’da Cumhurbaşkanı adayı olsun” şeklindeki çıkışı, CHP içi liderlik çekişmesi kadar partili Cumhurbaşkanlığı döneminin getirdiği bu zorunlulukla ilgilidir.

Muhalefet partilerinin liderleri bu zorunluluğa kulak verip, aday olmaları ve cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmaları durumunda sıkıntılı süreç sonlanabilir. Ancak, parti liderleri cumhurbaşkanlığına aday olup seçilemediklerinde, aynı gün yapılan milletvekili seçimleri nedeniyle milletvekili de olamayacaktır. Bu durumda, partinin genel başkanı meclis çalışmalarına katılamayacak, meclisteki grubuna tam anlamıyla hâkim olamayacak ve parti disiplini açısından sorunlarla karşılaşabilecektir. Muhalefet partilerinin genel başkanları, kendileri dışında bir kişiyi cumhurbaşkanı adayı olarak gösterir ve o kişi cumhurbaşkanı seçilirse, bu iki aktörün siyasal gündemleri ve tutumlarındaki farklılaşmalar nedeniyle bir “çift başlılık krizi”nin baş göstermesi, yürütmede ve parti içinde tıkanıklıkların yaşanması beklenebilir. Partisine veya ülkede akıp giden siyasete hâkim olamayan bir genel başkanın işbaşında kalması kolay değildir. O nedenle, partili cumhurbaşkanlığı siyasette dönüşümü kaçınılmaz kılmaktadır. Belki de orta ve uzun vadede, partili cumhurbaşkanlığı başarısız liderin siyaset sahnesinden çekilmesini zorlayarak, koltuğunu bırakmamaya dayalı siyasal kültürümüzde bir kırılma yaratabilir.

[email protected]

Doç. Dr. Mehmet Zahid Sobacı / Uludağ Üniversitesi