AKP döneminde piyasaya fazla güvenilmesi ve devlet aygıtının stratejik bir şekilde kullanılmaması, parti yönetimin zaman ufkunun dar olması ve yerleşik kurumların baskılanması eşitlikçi, sürdürebilir ve akıllı bir refah artışının ortaya çıkmasını engellemiştir.

2002 sonunda iktidara gelen AKP’nin geçen sürede uyguladığı ekonomi politikaların temel karakteristiği düşünülmeden, partinin bugünlere nasıl bir Türkiye bıraktığı anlaşılamaz. Bu yazıda amacım AKP’nin ekonomi politiğine odaklanmak. Bunu da, 2013 yılından beri çok daha kötüleşen iktisadi performansı üzerinden değil de, parti yönetiminin iktisadi yaklaşımının temel dinamiklerini ve bunların sonuçlarını tartışarak yapmak istiyorum.

2003-2020 dönemi AKP’nin tek parti olarak iktidarda kaldığı yaklaşık 18 yıllık bir periyodu kapsamaktadır. Bu da Türkiye’de “tek parti döneminden” sonraki en uzun tek partili dönemdir. Bu yüzden de bu dönemin ekonomi politiği “AKP iktisadı” diye karakterize edilmeyi hak ediyor. G. Kore, Tayvan ve Çin’in bugün geldikleri düzeyi 30-40 yılda kat ettiklerini düşünürsek, tek parti idaresinde geçen bu dönemin bir ülke ekonomisini belirli bir düzeye getirmek için yeterli bir zaman dilimi olduğu açıktır. Fakat maalasef AKP döneminde ortaya çıkan iktisadi refah eşitlikçi, sürdürebilir ve akıllı (bilgi-temelli) bir karaktere sahip olamadı. AKP, 1990’lı yıllara kıyasla temel makroekonomik göstergelere bakıldığında, belli bir döneme kadar iyi sonuçlar elde etti. Enflasyon, faiz ve bütçe açıkları düştü. İktidar dönemi boyunca gerçekleşen büyüme oranı, Türkiye ortalamasına yakındır. Bu anlamda karşılaştırmalı olarak bir başarısızlık da söz konusu değildir. Yani ülkenin kan değerleri düzeldi. Fakat bu aynı zamanda ülkenin yapısal iktisadi sorunlarını daha da görünür kıldı. Makroekonomik göstergeler, evet bir takım problemlerin semptomları olsalar da, aynı zamanda temel iktisadi problemleri perdeleme riski de taşırlar. Onlarla uğraşmaktan ülkenin uzun dönem refahını belirleyen temel sorun alanları göz ardı edilir. Yani hastanın kan değerlerinin iyiye gitmesi, onun yürüyebilmesini veya koşar adımlarla arzu edilen yöne doğru yol alabilmesini garanti etmez.

AKP iktidar olduğu dönem boyunca, başarılı olarak düşünüldüğü ilk yıllar da dahil, Türkiye’yi yapısal dönüşüme tabi tutacak bir iktisadi perspektife sahip olmadı ve yapısal iktisadi konuların çoğunda başarısız oldu. Başarısız olduğu temel alanları şöyle sınıflandırdım: (i) cari açık, (ii) işsizlik, (iii) teknolojik yetersizlik ve (iv) gelir dağılımı eşitsizliği. İlk önce bu alanlardaki düşük performans düzeyini göstermek, sonra da bunun nedenleri üzerinde durmak istiyorum.

CARİ AÇIK

AKP yönetimi cari açık problemini çözemedi. Bunu basitçe temel birtakım istatistiklere bakarak görmek mümkün. Burada kullandığım verilerin önemli bir kısmı Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Merkez Bankası ve diğer resmi kurumların verileridir. Cari açık oranı 1990-2002 döneminde yıllık ortalama olarak eksi yüzde 0.5 civarındadır, fakat bu oran 2003-2019 döneminde yaklaşık eksi yüzde 4.5’tir. Bu da yaklaşık 9 katı kadar daha kötü bir açıktan bahsettiğimiz anlamına geliyor. Hatta şunu da ifade edelim, 1990-2002 döneminde maksimum cari açık oranı (2000 yılında) yaklaşık eksi yüzde 3.7 iken, AKP’li yıllarda maksimum cari açık oranı (2011 yılında) bunun çok ötesindedir, yaklaşık eksi yüzde 9.7 civarındadır. 1990’lı yıllarda cari açık (eksi 3.7, 1.9) aralığında dalganırken, bu oran AKP döneminde (eksi 9.5, 1) gibi daha geniş bir aralıkta dalgandı. Yani cari açığın hem düzeyi hem de volatilitesi yükseldi. AKP döneminde cari fazla verilen tek bir yıl vardır, o da 2019 dönemi olan kriz döneminin uzantısı bir yıldır. Bu da, temelde Türkiye ekonomisinin verdiği tipik bir fiyat reaksiyonudur. Yapışkan bir cari açık sadece bir sayı değildir. Ülke ekonomisinin işleyiş dinamiğine dönük temel ipuçları verir. Bunları şöyle sırayabiliriz: ülkenin yüksek teknojili bir üretime sahip olamadığını, bir tüketim ekonomisine evrildiğini, dış şoklara açık hale geldiğini (sermaye hareketleri ve döviz kuru dalgalanmaları) ve borçlanma dinamiğinin sürdürebilir olmaktan uzaklaştığı (açığın finansmanının güçleşmesi) gibi…

İŞSİZLİK

Benzer periyotları kıyaslayarak işsizlik için de basit bir performans karşılaştırması yapabiliriz. 1990-2002 döneminde işsizlik, (6.5, 10.3) aralığında hareket etti, ortalamada ise yaklaşık yüzde 8 düzeyinde bir işsizlik söz konusu. Oysa 2003-2019 döneminde (9.2, 13.5) gibi çok daha geniş bir işsizlik aralığı söz konusudur ve işsizlik ortalaması ise yaklaşık yüzde 11 düzeyindedir. Yani önceki döneme göre yaklaşık 3 puan daha yüksek. 2001 krizi sonrası oluşan işsizlik düzeyini çıkarttığımızda, AKP döneminin işsizlik düzeyi, bir önceki dönemin her yılından daha yüksek olduğu gibi, minimum işsizlik düzeyi de 1990’lı yılların maksimum işsizlik düzeyinden daha fazladır. Diğer yandan, işgücüne katılım oranı hem 1990’ların başındaki düzeyden hem de dünya ortalaması olan yüzde 60’tan daha düşüktür, yaklaşık yüzde 53’tür. Yani Türkiye hem zaman üzerinden hem de mekan üzerinden daha kötü bir durumdadır. İşgücüne katılım oranı bu kadar düşükken işsizliğin bu kadar yüksek olması çok daha ciddi bir problemdir. Bu dönemin yüksek işsizliğinin ardında daha yapısal nedenler arayabiliriz, örneğin işgücüne katılım oranındaki (özellikle kadın işgücünde) nispî artış, yatırım yetersizliği, verimlilikte artış veya sermayenin emeği ikame etmesi gibi. Bunlar akademik olarak araştırılabilir, fakat bu, işsiziliğin bu kadar yüksek olduğu gerçeğini değiştirmez. İşsizlik de sadece bir sayı değildir. İşsizliğin yüksekliği, ekonomide emeğin yeterince absorbe edilmediği, ülke üretim kapasitesinin yeterince büyümediği, ciddi anlamda mutsuz bir insan topluluğunun olduğu, sosyal sorunların ve politik istikrarsızlığın arttığı anlamına gelir.

TEKNOLOJİK YETERSİZLİK 

Bir ülkenin üretim teknolojisinin düzeyini ve değişimini gözlemek için çok sayıda değişken kullanılabiliriz. Bunlar Ar-Ge harcamaları, patent sayıları, bilimsel yayınlar veya insan sermayesini temsilen PISA skorları olabilir. Bence tüm bu göstergelere tek tek bakmak yerine onların bir çıktısı gibi düşünebilecek “yüksek teknolojili ürünlerin toplam ihracattaki oranı”na bakmak yeterli olur. Bu oran önemli, çünkü ülkenin sadece teknoloji düzeyini değil aynı zamanda uluslararası düzlemde karşılaştırmalı konumunu da gösterir. Türkiye’nin ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin oranı oldukça düşüktür, yaklaşık olarak yüzde 3 civarındadır ve son 20 yıldır bu oranda bir iyileşme söz konusu değildir. Ülkenin karşılaştırmalı durumunu anlamak için de şu rakamlar yeter bence; aynı oran Meksika için yüzde 20, İsrail yüzde 23, Şili yüzde 7, Bulgaristan yüzde 10, Brezilya yüzde 15, Çin yüzde 31 ve G. Kore için yüzde 30 civarındadır. Bu da şu anlama gelir, Türkiye’de üretimin teknolojik niteliği uzun süredir hem zamanla hem de karşılaştırmalı olarak pozitif anlamda ciddi bir değişlikliğe ve dönüşüme uğramadı.

GELİR DAĞILIMI BOZUKLUĞU

Yine basit bir istatistik üzerinden gidersek, Türkiye’de gelir eşitsizliğinin 2000’lerin başından itibaren nasıl bir performans gösterdiğini anlayabiliriz. Bunun için Gini katsayısına bakarsak, 2000’li yılların başında 0.44 olan değer, 2016 yılına kadar 0.38 değerine geriledi, bu yıldan sonra tekrar yükselerek 2019 yılında 0.40’ın üstüne çıkmıştır. Yani bu dönem boyunca yaklaşık 0.04 puan düşerek nispi bir iyileşme söz konusudur (katsayının düşmesi eşitsizliğin azalması anlamına gelir). Bu düşme nispi anlamda bir başarı olarak görülebilir. Fakat başlangıç değerinin çok yüksek olmasının nispi düşmeyi kolaylaştırdğı açık. Bu oranın gelişmiş Avrupa ülkelerinde 0.30’un altında olduğunu da unutmayalım.

Devletin söz konusu dönemde yeniden dağıtım konusunda ne kadar başarılı olduğunu görmek için, piyasa-gelir Gini’si (vergiler ve sosyal transfer olmadan önceki gelir) ile yeniden-dağıtım sonrası gelir Gini’sini karşılaştırmak gerekir. Bu, bize artan oranlı gelir vergisi ve sosyal yardımlarla gelir eşitsizliğinin ne kadar düzeldiğini gösterir. 2019 yılında piyasa-gelir Gini’si yaklaşık 0.44 iken, yeniden dağıtımla bu sadece 0.04 puan düşerek 0.40 olarak gerçekleşmiştir. Oysa bu oran OECD ortalaması için 0.17’dir (0.46’dan 0.29’a düşme). Bu da piyasaların neden olduğu eşitsizliği, Türkiye’de olanın tersine, devletin ciddi anlamda düzelttiği anlamına gelir. Diğer yandan, fonksiyonel gelir dağılımına baktığımızda (emek ve sermayenin milli gelirden aldığı paylar açısından), 2003’ten itibaren emek gelirinin milli gelir içindeki payında ılımlı bir iyileşme görülse de, bu çok sınırlı düzeydedir (son birkaç yıldır kötüleşme dahi söz konusu). Diğer bir eşitsizlik göstergesi coğrafi gelir eşitsizliğidir. Türkiye’de ilgili dönemde coğrafi gelir dağılımında da ciddi bir iyileşme söz konusu değildir. Ülkenin batı ve doğusu arasında ciddi bir refah ayrışması vardır. 2018 yılının TÜİK rakamlarına göre Türkiye’de kişi başı ortalama gelirin yüzde 50’sinden daha düşük gelire sahip 13 şehir var ve bunların tamamı da doğu illeridir. Sonuç olarak, gelir dağılımı da basit bir gösterge değildir. Yüksek gelir eşitsizliği ekonomide yoksulların nispi anlamda refahlarının bireysel, fonksiyonel ve mekansal olarak yeterince iyileşmediğini, iktisat politikalarının sağlıklı bir sosyal devlet perspektifine dayanmadığını ve bu sorunun da büyük oranda piyasaya havale edildiğini gösterir.

‘AKP İKTİSADI’ NEDEN BAŞARISIZ OLDU?

Bu sorunun cevabını ilgili aktörlerin temel motivasyonlarını, kendi aralarındaki etkileşimi ve içinde bulundukları yapının onlara sunduğu fırsat ve kısıtları dikkate alarak analiz edebiliriz. Bunları dikkate aldığımda, AKP’nin temel stratejik alanlarda gösterdiği başarısızlığın sebeplerini kısaca şöyle sıraladım: (a) piyasaya fazla güven ve devletin stratejik önemini ihmal etme, (b) stratejik zaman ufkunun daralması ve (c) politik kapsayıcılığın daralması ve kurumsal güven kaybı.

Gazete Duvar’da bugün çıkan haberden alıntıdır…

Yazının Devamına Buradan Ulaşabilirsiniz