HAFTANIN HUKUK(SUZ) GÜNDEMİ Fikirleri ile dünyanın dört bir yanında, milyonlarca insana ilham kaynağı olmuş Friedrich Wilhelm Nietzsche şöyle diyor; “Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.” Biraz düşünün lütfen. En son ne zaman siyaset ve bileşenleri dışında bir hadise ülke gündemini meşgul etti. Ülkece spor, sanat, kültür alanındaki son başarımız nedir? Hatırlayamadınız değil mi? Bir seferde hatırlanamayacak kadar eskidi o günlerimiz. Ne yazık ki, Nietzsche’nin tarif ettiği yere geldik. Böyle bir ülkede adalet mümkün müdür? Elbette hayır. İşte bitmeyen hukuk gündemimizin nedeni de bu. Bu öyle bir gündem ki, okumakta olduğunuz yazıyı sadece bir gün geciktirmiş olmak beni endişelendiriyor. Umarım yazı bitmeden yeni bir hukuk skandalı yaşamayız. Geçtiğimiz hafta pek çok hukuki gelişme yaşandı. Her ne kadar “hukuki” yani hukukla ilgili desek de aslında bu basit bir ağız alışkanlığı. Zira yaşananlar hukuksuzluğun, adaletsizliğin, düşman ceza hukuku uygulamalarının ve cezasızlık politikalarının birer sonucu. İlk sırayı en çok önemsediğim konuya, Yusuf Kerim’e ayırmak isterim. Yusuf Kerim’in yaşam öyküsünden yaklaşık iki haftadır haberdarız. Yaşam öyküsü dediğime bakmayın öyle inişli çıkışlı, başarılarla dolu geçen, ilham veren uzun yıllardan bahsetmiyorum. Yusuf Kerim henüz altı yaşında ve kanser hastası. Şu an ÇAPA Tıp Fakültesinde tedavi görüyor. Annesi ise hükümlü. Hangi suçtan diye soracak mısınız? Bence sormayın ve hatta ilgilenmeyin. Annesine dair söyleyebileceğim tek şey var; adil yargılandığına inanmıyorum. Son yıllarda “terörist” yaftası vurulan kaç yurttaş adil yargılandı ki Yusuf Kerim’in annesi adil yargılanmış olsun? Altı yaşında kanser hastası bir çocuğun, annesine kavuşamadığı bir dünyada adalet var mıdır? Bir çocuktan bahsediyoruz, hasta bir çocuktan. Daha önemli bir işiniz var mı sahiden? Her ne yapıyorsanız onu bir kenara bırakın, kalkın ve bir şeyler söyleyin. Altı yaşında hasta bir çocuk annesine kavuşmak istiyor. Kalkın ve bunu haykırın. Bir yanda bir çocuk annesine kavuşmaya çalışırken, diğer yanda iki kız çocuğu babasız kaldı. Evet, Sinan Ateş cinayetinden bahsediyorum. 2022 yılının sonunda işlenmiş, faili meçhul bir siyasi cinayetten. Sinan Ateş bir ülkücüydü, ülkü ocakları genel başkanlığı yapmıştı. Birkaç yıl öncesine kadar, bugün ölümünü ağzına bile almayan Devlet Bahçeli’nin prensiydi. Hayatı, sokak ortasında vahşice katledilerek sonlandırıldı. Soruşturma hala devam etmesine rağmen şimdiye kadar ortaya çıkanlar dahi yeterince kan donduruyor. İnsan öldürdüğü gerekçesiyle hükümlü olan firariler, onlara yardım eden özel harekat polisleri, uyuşturucu ağı, siyasi çekişmeler, misillemeler ve daha niceleri. Demek ki kadınlar, “her yer suç mahalli” derken basit bir slogan atmıyorlarmış. Ülkede çeteleşmenin, kamu görevlilerinin seçilmesindeki liyakatsizliğin ne boyuta ulaştığı bir kez daha anlaşılıyor. Bununla birlikte cezasızlık politikalarının günün sonunda uygulayıcılarının başına da dert açabileceğini görüyoruz. Ülkede ülkücüler arasında geçen bir şiddet eyleminin varlığına şaşıran var mı sahiden? Yıllardır devam eden bir şiddet sorunundan bahsediyoruz. Ülkücüler son yıllarda onlarca şiddet eylemine karıştı. Onlarca muhalifi, gazeteciyi, siyasetçiyi sokak ortasında darp edip, olaylara ilişkin görüntüleri, matah bir iş yapmışlarcasına paylaştılar. Bu eylemlerin tamamı cezasızlıkla sonuçlandı. En başından beri organize ve örgütlü biçimde siyasi saiklerle işlendiği belli olan bu suçlarla, adeta komşu kavgası minvalinde yargılamalar ile “mücadele” (!) edilmeye çalışıldı. Geldiğimiz noktada korunan, soruşturulmayan, ödül gibi cezalarla geçiştirilen şiddet eylemleri Sinan Ateş’in öldürülmesiyle neticelendi. Üstelik faillerin özel harekat polislerinden yardım aldığı ve dahası bu özel harekat 2 polislerinden birinin, uyuşturucu madde kullanmak suçu kapsamında bir adli sicil kaydı bulunduğu da ortaya çıktı. Toplumun her kesiminden insan, aynı zamanda bir akademisyen olan Sinan Ateş’in ölümü ardındaki gerçeklerin aydınlatılmasını istiyor. Pek çok ülkücü, bu taleplerini sokaklara afiş asarak, bıyıklarını kestikleri videoları paylaşarak, Boğaziçi köprüsüne özel ışıklandırmalar ile “Sinan Ateş cinayeti aydınlatılsın” yazarak ve MHP üyeliklerinden istifa ederek dile getiriyor. Bu “gerçekler ortaya çıksın” talebi ve eylemleri size bir yerden tanıdık geliyor mu? 90’lar desek mesela ya da cumartesi anneleri veya Ali İsmail Korkmaz desek ya da Hrant Dink. Her şey ne kadar aynı değil mi? Keşke tüm bu yaşananlara da bugün afiş asan, bıyıklarını kesen yurttaşlar benzer tepkiler verebilselerdi. Belki bundan sonrası için bir şeyler değişir ve Sinan Ateş’in katledilmesi en azından kitlesel bir empatinin başlangıcı olur. Sinan Ateş’in katledilmesine ilişkin soruşturma kapsamında iki özel harekat polisinin tutuklanmasına ilişkin şaşkınlık henüz geçmemişken, başka bir polisle, üstelik rütbeli bir polisle alakalı skandal görüntülerle sarsıldı ülke. İstanbul Kağıthane’de bulunan bir markette, kadınların eteklerinin altından fotoğraflarını çektiği, görüntülerle sabit olan Komiser Serdar E. tutuklandı. İşte liyakatsizliğin geldiği son nokta denecek türden bir hadise. En adi, en düşkün suçları işleyebilecek kimseler, kolluk kuvveti olarak karşınıza çıkabiliyor. Tacizci, uyuşturucu satıcısı, tetikçiler kamuda kendisine makam mevki bulabiliyor. Peki bu ilk mi? Meslektaşını taciz eden, uyuşturucu çetesi kuran, halı sahadaki öğretmenleri gözaltına aldıran, nişanlısının kaldığı öğrenci yurdunu basan savcıları unuttuk mu? Tüm bunları “münferit hadiseler” diyerek yok sayamayız. Bunlar liyakatsizliğin, adam kayırmanın bir sonucudur. Peki, hiç mi iyi bir gelişme olmuyor memleketimin hukuk düzeninde? İyi demeyelim de “kötünün iyisi diyelim” türünden bir gelişme yaşandı. Anayasa Mahkemesi, başvurucu Bilal Cemalettin Şaşmaz hakkındaki başvuruda suç ve cezaların kanuniliği ilkesi ile özel hayata saygı ve sendika haklarının ihlal edildiğine karar verdi. Bilal Cemalettin Şaşmaz, bazı dini sohbet toplantılarına katıldığı ve KHK ile kapatılan bir sendikaya üye olduğu gerekçesiyle, silahlı terör örgütü üyeliği kapsamında yargılanmış ve hakkında mahkumiyet kararı verilmiş bir yurttaş. Anayasa mahkemesi ise bu suçlamaların silahlı terör örgütü üyeliği bakımından yeterli ve öngörülebilir olmadığına karar verdi. Kararı değerlendiren Ersan Şen “karar ülkenin sert zamanlarında verilmiş” şeklinde bir yorumda bulundu. Anayasada korunan hakları ihlal eden bir mahkumiyet kararı için “hukuka aykırı karar” dememek için üretilmiş güzel bir tanımlama gerçekten; “ülkenin sert zamanlarında verilen karar”. Ersan Şen konuşmasında kararı doğru bulmadığını ancak herkes gibi hukukçuların da insan olduğunu ve toplumsal gelişmelerden ve gerginlikten etkilenebileceklerini söyledi. Hukukçuların insan olduğu ve hata yapabileceği doğru, ancak şunu bir düşünmenizi istiyorum; neden hep konjonktürden etkilenip hata yapan hukukçular ekseriyetle hakim ve savcılar arasından çıkıyor? Barış akademisyenleri arasındaki hukukçular neden hata yapmadı? Duruşmalarda “bu eylemler suç olarak tanımlanamaz” savunmasını yapan Avukatlar insan değil mi? Anayasa Mahkemesinin verdiği kararda başvurucu vekili olan meslektaşımız Av. Baki Kantar insan değil mi? İlk günden beri “irtibat/iltisak kavramı” idare hukukunda yoktur diyen Av. Prof. Dr. Metin Günday insan değil mi? Kısacası bizler yani hakim ve savcı olmayan hukukçular insan değil miyiz? Biz neden yanılmıyoruz? Biz neden toplumsal öfkeden etkilenmiyoruz? Cevabı çok basit aslında, “hata yapmaktan” menfaatimiz yok olsa da öyle bir menfaati istemeyiz. Hukuk da hayatın bir bileşeni ve meseleleri çözmek çoğu zaman bu kadar basittir. 3 Adaletin tesisinde rol oynayanlar, hata yapmaktan menfaat elde etmeyi reddettiği sürece okuduğunuz bu ve bezeri yazılar önce azalacak sonra tamamen yok olacak. İşte o gün, aradığımız adaleti bulduğumuz gündür. Gizay Dulkadir