SÜRPRİZ YUMURTA

SÜRPRİZ YUMURTA

Hikayeler yazarız biz. Öyle kaptırırız ki kendimizi, öyle içine gireriz ki, gerçekmiş gibi acısını çekeriz. Keşke sen de gerçek olmasaydın çocuk. Bir hikaye olsaydın; buruk, doluk, donuk. Bir hikaye olsaydın; boğuk, soğuk, duruk. Bir hikaye olsaydın; abuk sabuk, uçuk, uyduruk…

Biliyor musun çocuk, ben seni hiç unutmadım. “Abla, benim bahtım kara.” dercesine bakan karaya yakın koyu gözlerini. Dünyanın karanlığıyla hayatının fecrinde tanışmış olmana rağmen uçsuz bucaksız, aydınlık gülümsemeni…

Lakin annenin gözlerinin içine, babanın yüzüne hiç bakamadım. Çocuk, ben ömrümde ilk defa nefret ettiğim bir şeyi yaptım. Bir hain gibi, bir zanlı gibi, bir tutsak gibi, bir yasak gibi, bir korkak gibi kaçtım. Bir ölüm soğukluğuyla ve bir ölü donukluğuyla kalakaldım. Acımasız düşmanlıklardan ve apansız pişmanlıklardan kaçarcasına kaçtım. Havada son bir oksijen zerresi kalmıştı sanki ve baksam onu da harcayacaktım. Bir günahtan, bir azaptan, bir kan davasından, bir can pazarından kaçarcasına kaçtım. Şayet bir lahza baksaydım o çehrelere, hayatım boyunca kapatamayacağım bir yara alacaktım. Ve o gün bir yarayı daha sahiplenmeyi kaldıramayacak kadar tükenmiş ve zayıftım. Vicdanımdan, değer yargılarımdan ve insanlığımdan kaçar gibi kaçtım. Sen ne kadar mutlu olduysan çocuk o anlarda, ben o kadar acıyla boğuşmaktaydım. Ve inan çocuk, gerçekten çok büyüktü içimi işgal eden acım…

Çocuk, ben hiç unutmadım seni. O kocaman açılmış koyu kahve gözlerini. Açık bir çay tadındaki tatlı gülümsemeni. Seni; birileri okusun, gözleri dolsun diye yazmadım. Birileri okusun ve senin gibi bir çocuğun maddi sorumluluğunu üstlensin, bir gün değil her gün yumurta, çikolata ihtiyacını karşılasın arzuladım. Bir çocuğun maddi gereksinimlerini hatta bir ailenin sefaletini giderebilecek öyle çok insan var ki. Açılsın istedim gözleri. Arada üç beş parça gıda yardımıyla rahatlatmasınlar yüreklerini. İmkanı olanlar kökten çözsünler, düze çıkarsınlar bir aileyi. Balık tutacak duruma getirsinler birilerini. Bir iş vererek, ev vererek, kiralarını üstlenerek, belki bir sermaye temin ederek, belki borçlarını ödeyerek yapsınlar ellerinden geleni. Sömürmesinler darda kalanı. Versinler alın terinin karşılığını. Durumunu düzeltebileceği bir çalışma ortamı sunarak, engellesinler bir daha aynı sıkıntıları yaşamasını…

Çocuk, sen poşetleri açtığında; “Abovvv, bir koli yumurta!” diye bir çığlık attın ya sevinçle, annenin ve babanın yüzüne bakacak cesaret bırakmadın bende. Çocuk dediğin sevinir elbet bir oyuncağa. Mutlu olur şekerle, çikolatayla, dondurmayla. Lakin sen çocuk, havalara uçtun yumurta karşısında. “Abovvv, bir koli yumurta!” dedin, pırlanta gözlerinde beliren kocaman parıltıyla. Dönüp bakmadın gofretlere, bisküvilere, çikolatalara. Keşke en çok yumurtayı sevmenden kaynaklansaydı sadece bu mutluluğun. Fakat bir koli yumurtayı bir arada pek görmediğindendi, çok sevdiğin yumurtayı nadir yiyebilmendendi, içinde gizleyemediğin engin coşkun…

Sen, bir çocuk safiyetiyle ve yürek dolusu masumiyetinle; “Abovvv bir koli yumurta!” dedin. Nefret ettirdin kendimden, insanlık notumu sıfıra indirdin. Çocuk, ben ömrümce kimsenin karşısında böyle ezilmedim. Hiç kimsenin ayaklarına kapanıp af dilemeyi bu kadar istemedim…

Evladı “Abovvv bir koli yumurta!” diyen bir anne ve baba vardı karşımda. Cesaret edemedim, başımı kaldırıp onlardan tarafa bakmaya. Şayet bakabilseydim gözlerine, yüreklerini görecektim gözlerinden önce. Yüreklerindeki ezikliği, eksikliği, çaresizliği. Çocuğuna yumurta alamamanın utancını, ıstırabını, isyanını belki. Diyemedim ki; “yere geçercesine eğildi benim başım, kaldırın yerden bakışlarınızı. Dibindeyim utancın, dik tutun ak alnınızı…” Kaçtım; onların kederiyle göz göze gelmekten. Korktum; yüzüme tükürmelerinden. Çekindim; gözleri gözlerime değdiği an eriyip gitmekten. Ürperdim; oracıkta ruhumu teslim etmekten. Bu kadar rezil, bu kadar kepaze bir vaziyetteyken olmamalıydı ölümüm. Sırtımdaki bu korkunç vebalin yüküyle olmamalıydı ahirete yürüyüşüm. Son nefesimi vermemeliydim, bu denli yüzeye çıkmışken yüzsüzlüğüm…

O anne babanın yüzüne bakmamak için pek çok sebebim vardı. En mühimlerinden biri de, yüzlerindeki acıyla yüzleşmekten korkmamdı. Kendimde bir büyük çileyi daha taşıyacak mecali bulamamamdı. Çocuk sen; öyle bir yara açtın ki ruhumda, en yakın hastaneye kadar dahi dayanamazdı bedenim yeni bir kanamaya. Kan bırakmamıştın ki çocuk, sen damarlarımda. Etlerim dökülecekti bir çizik daha aldığımda… Kaçtım; bir şuursuz, bir duygusuz, bir ruhsuz misali. Kaçtım; şeytandan kaçar gibi, bir hayra koşar gibi. Kaçtım; doluya tutulmaktan korkarcasına, yağmuru hiçe sayarcasına. Kaçtım; kalbime nişan almış bir tabancadan kurtulma arzusuyla, avcıdan saklanmaya çalışan bir av edasıyla. Kaçtım; bir yılandan kaçar gibi. Kaçtım; bir yalana koşar gibi. Kaçtım; ateşten ve hasretten kaçar gibi. Kaçtım; suya ve rahmete uçar gibi. Kaçtım işte kendimden. Kaçtım; ruhumdan, gözlerimden, insanlığımdan, yüreğimden…

En önemli gerekçem şuydu ki; ben o anne ve babanın gözlerine bakıp mahcubiyet hissetmelerine izin veremezdim. Fakat “utanması gerekenin onlar değil, tüm dünya” olduğunu da söyleyemedim…

Kendimden başlayarak hepinizden davacıyım bütün insanlar. Davacı olacağım, istedikleri kadar yumurta yiyebilene dek bütün çocuklar. Davacı olacağım, koli koli yumurta alabilene dek evlatlarına tüm babalar…

Çok yakında Ramazan gelecek. Çıkacak insanlarımızın cebindeki akrepler, gönüller cömertleşecek. Yoksullara on bir ay boyunca gösterilmeyen bir hassasiyet gösterilecek. Gıdalar dağıtılacak koli koli, poşet poşet. Elbette güzel bir davranış, iyi bir niyet. Lakin, iyiliklerimiz dahi eğriliklerle, eksikliklerle dolu maalesef. Mesela; en çok makarnalarla, bulgurla doldurulacak pek çok paket. Fakir fukaranın karnını doyurmanın ferahlığıyla, kendileri iftar sofralarında her akşam löp löp etleri löpür löpür götürecek. Buram buram gösteriş kokan mükellef ziyafetler düzenlenecek. Kuş sütünün eksik kaldığı iftarlara, garibanlar davet edilmeyecek. Sahi siz varlıklılar; neye göre belirlediniz yoksulların damak tadını? Nereden çıkardınız; onların makarna ve bulgur sevdikleri inancını? Kimden aldınız; yoksula makarna ve bulgur pilavını reva görürken, pirzola yeme ayrıcalığını? Kim verdi size; bu paylaşımı yapma hakkını? Aç kalacaklarına, bulduklarını yesinler değil mi? Dualar etsinler sizin için ve şükredip doyursunlar midelerini. Hiç sorulur mu, parası olmayana ne yemek istediği? Onların yumurtayı çok seven çocukları yumurta yemeyiverse ne olur ki? Kıyamet mi kopar, sadece Kurban Bayramından Kurban Bayramına görseler eti? Fakirlerin boğazlarından ölmeyecekleri kadar lokma geçirmeleri yeter değil mi? Yalnızca siz elit insanlara mahsus olan pahalı mönüler, onların ne haddine ki? Hangi köşe başında bıraktınız vicdanınızı? Hangi cami avlusuna terk ettiniz insanlığınızı?.. Hugo Chavez: “Ülkemdeki bütün çocuklar et yediğinde, ben de oturup rahatça yiyeceğim.” diyebilirken, nasıl bir kenara itebildiniz İslam ahlakını?..

Siz, cüzdanı şişkin olanlar, istedikleri vakit her şeyi almaya alışınlar; Ramazan ayında yaptığınız yiyecek yardımlarınızın bütün sene boyunca ihtiyaç sahiplerine yettiğini mi zannediyorsunuz? Yoksa Ramazan dışında acıkmadıklarına mı inanıyorsunuz? Bu mübarek ayda işlediğiniz hayırlar yetiyor mu cennette köşkler kazanmanıza? Başlarının çaresine baksınlar mı diyorsunuz, diğer zamanlarda? Gıda paketlerinizin, ameliyatlık hastaya pansuman yapıp bırakmak olduğunu göremiyor musunuz? Sağlık, eğitim, giyim, faturalar, kira gibi zaruri masrafların mevcudiyetini bilmiyor musunuz? Hal böyleyken, kimseye muhtaç olmadan çalışıp kendi ihtiyaçlarını karşılayacakları imkanları niye vermiyorsunuz o insanlara? Neden tutup ellerinden yardımcı olmuyorsunuz, iş güç sahibi olmalarına? Niçin çabalamıyorsunuz, her gün yumurta götürebilmeleri için çocuklarına? Durumlarını düzeltene kadar birkaç kişi bir araya gelip, neden talip olmuyorsunuz gerçekten ihtiyaç sahibi bir hanenin masraflarını karşılamaya? Niçin ikamet ettiğiniz evinizin dışındaki dairelerinizden birini, maddi olanakları elverişli vaziyete gelene dek kira bedeli almadan tahsis etmiyorsunuz darda kalanlara? Hangi gerekçeyle yanaşmıyorsunuz, sağlık durumu çalışmaya uygun olmayan kişilere el uzatmaya? Niçin destek olmuyorsunuz, parasal sorunlar sebebiyle evlenemeyen gençlerimizin yuva kurmalarına? Ne sebeple projeler üretmiyorsunuz, evsizler ve sokak çocukları yararına? Neden kadro açmıyorsunuz iş yerlerinizde, engelli insanlarımıza? Niçin izin veriyorsunuz, hasta yatağından kalkamadığı için evlatlarının sokaklarda mendil satmasına ya da dilenmesine göz yummak zaruretinde kalan bir babanın yürek sızısına? Ne gerekçeyle gıda paketleriyle yetinip, bir daha dara düşmeyecek şekilde kökten bir çözüm üretmiyorsunuz mağdurlara?..

Allah’ın bir ihsanı olarak size emanet edilen malınızı, mülkünüzü kendi çalışmanızla kazandığınıza mı inandınız yoksa? Servetlerinizde muhtaçların hakkı olduğunu unutturdunuz mu duygularınıza? Verdiklerinizin sizin lütfunuz değil vazifeniz olduğunu ve kimseden minnet beklememeniz gerektiğini de mi kattınız, unuttuklarınız arasına? Siz cukkası sağlamlar; onlara Ramazanda dahi paranızı veremiyordunuz değil mi? Nereden bilecek gariban adam alışveriş etmeyi? Çarçur eder banknotlarınızı, nasıl harcayacağından haberdar değildir ki. Fukaranın neyi yiyip neyi yiyemeyeceğine siz hayırsever zenginler karar veriyordunuz değil mi? Yaptığınız hayrın nasıl kullanılacağını belirlemek de sizin vazifenizdi. Çok kıymetli paranızı eline verip, istediği şeklide veya evlatlarının gereksinimlerine göre ya da aciliyet sıralaması gereğince değerlendirmesine seyirci kalamazdınız ki… Siz, ey parasını nereye saçacağını şaşıranlar; fukaranın beyin fukarası, parası az olanın aklının kıt olduğunu zannetmektesiniz. Bundan sebeptir ki; onlara akıl vermekte sınırsız cömertsiniz. Hakkınızı yememek gerekir ki; öğütlerinizi de hiç esirgemez, her öğün bol kepçe ikram edersiniz. Yoksa siz, kendinizi ilah mı kabul etmektesiniz? Öyle değilse nereden geliyor, kimin nasıl yaşamayı hak ettiğine karar verme cüretiniz?.. En mühim sualim şu ki sizlere; adaletsiz gelir dağılımıyla, yoksulu sefaletin dibine yuvarlayan sistemle mücadele etmek için niçin seferber etmiyorsunuz imkanlarınızı? Bu zalim düzeni değiştirmek için cihat edenlerden neden esirgiyorsunuz infakı?

Ey parası olduğu için kendini adam sanan zavallılar; olmasa servetleriniz, yüzünüze kaç kişi bakar? Şükürler olsun ki Rabb’ime; ahiret var, mahşer var, hesaplaşma var. Ey profesyonel zenginler; o alemde kurtaramayacak, aklayamayacak kararmış kalplerinizi, kazanmakla çok övündüğünüz paralar… Sözlerim servet sahiplerinin tamamına değil elbette. Maddi gücü sadece birkaç paket gıda yardımına yetenlere de değil kesinlikle. Lakin çok daha ağırlarını hak eden çok sayıda insan var bu memlekette. Sözlerim en çok da size; yardım almak mecburiyetinde kalanların yardım eden olma fırsatlarına taş koyanlar. Fakr-u zaruret içinde bulunanların, kendilerinin gelir seviyesine çıkmasına engel olanlar. Küçümseyerek tepeden baktıklarını bol bol eleştirirken, cebinde iş görüşmesine gidecek meblağı olmayanları anlamayanlar…

Bu çağın en büyük yanılgısı ne, biliyor musunuz ey insanlar? Çoktan insanlıktan çıktıkları halde hala kendilerini insan sanan varlıklar. Bu dünyada çok az insan var. Yalan söylüyor, 7-8 milyar diyen istatistiksel rakamlar. Dünyada su kıtlığından, gıda kıtlığından çok daha fazla adam kıtlığı var. İnsandır, bu dünyada en az bulunan şey, ey insanlar… Bazen içimden gazetelere şöyle bir ilan vermek geliyor: “İnsanlık kayboldu ve aranıyor. Görenlerin, bulanların insanlık namına en yakın müzeye sergilenmek üzere teslim etmesi önemle rica olunur…”

Vicdan taşımamalıydı, vicdanı taşmalıydı insan dediğinin. Maalesef, beterin de beteri var. Düşmüşlerin düşkünlüğünü istismar eden utanmazlar. Mesela; dul hanımlarımıza ve yalnız kızlarımıza gizli saklı nikah kıyıp, sonra toz olanlar. Bu nikahlara bulaşmadan, kızlarımızın, dul hanımlarımızın ve çocuklarının bakımını üstlenemiyor musunuz? Bir iki çocuk ilave edip, hevesiniz geçince terk ederken o hanımı ve çocuklarınızı, vicdanınızı nasıl kandırıyorsunuz? Gayet iyi biliyorsunuz ki; siz aslında dula, yetime sahip çıkmıyorsunuz. Meseleniz şu ki; siz nefsinize sahip çıkamıyorsunuz…

Yazık ki bu kadarla da kalmıyor olaylar. Birbirini takip ediyor, birbirinden vahim gruplar. Örneğin; Ramazanda da, sair vakitlerde de çevresindekilere tastamam duyarsız kalanlar. Hiç kimsenin açlığını, tokluğunu umursamayanlar. Bir kez olsun lüks tatillerinden vazgeçip, onun yerine muhtaçların sıkıntılarına tatil yaptırmayanlar. Yiyebileceği tek lokması olmadığı için yalnızca suyla sahur yapanlar mevcutken bu ülkede, zevk için binlerce lirayı bir gecede saçıp savuranlar. Oysa ki bir yemeği canınız çok ister, birkaç lokma sonra iştahınız kaçar ya, işte öyledir dünyalık hevesler. Erişince kapanır iştahınız, geçer gider… Diyet listelerinde gördükleri kibrit kutusu kadar peynire azımsayarak, burun kıvırarak bakanlar; anlamazlar, garibanın kibrit kutusu kadar peynire, üç beş zeytine, bir yumurtaya hasretini. Üstelik; peynir, zeytin ve yumurta yoksul yiyeceği olmaktan da çıkmıştır şimdi. Ucuz değildir eskisi gibi. Lakin öteki Türkiye’nin umuru dışıdır tüm bunlar. Bazı insanlara, insanlığı öğretebilmek kaç ömre sığar?

Yakında Ramazan gelecek. Televizyonda hocalara ipe sapa gelmez, akıl ve mantık dışı sorular yöneltilecek. Geçen yıl orucu bozan şeylerin bu yıl bozup bozmayacağı merak edilecek. Hurafeler, rüya yorumları ve cinler başroldeki yerini muhafaza edecek. Söyler misiniz hoca efendiler; “acıyı ciğerine çekenin orucuna zarar gelir mi? İftar vaktinde açlığı yudumlayanın durumuna kayıtsız kalıp, iştahla çorbasını kaşıklayanın orucunun sıhhatinden bir şey eksilir mi?

Size de bir sualim var, ey babalar ve anneler. Ramazan gününde, ellerinde su şişeleriyle kızlarını, oğullarını üniversite sınavına gönderenler. Sizin ve evlatlarınızın dünya imtihanını kazanmasına yeter mi sizce; okul bahçelerinde okuduğunuz Yasinler, ziyaret ettiğiniz türbeler?..

Size de bir sorum olacak ey hanımlar. Ramazan boyunca her gün toplanıp Kur’an okuyup sonra da dağılanlar. Kitabımızın yaşanacak, hükümleri uygulanacak bir kitap olduğunu, bunun için de ayetlerin anlatılması ve anlaşılması gereğini neden gündeme getirmiyorsunuz mukabeleler vesilesiyle? Ne güzel bir meşguliyettir ki o; “Rab’bim bana bu ayette ne demiş?” diyerek, girivermek anlama gayretine. Hatimleri yaparken, niçin açıklamıyorsunuz, niçin durmuyorsunuz her gün en azından bir ayetin üstünde?

Ramazan bitince inşallah bayrama kavuşacağız. Bazılarımız tepeden tırnağa bayramlıklarla donatırken çocuklarını, bazılarımız evlatlarımızın kahvaltı tabağına bir yumurta koyamayacağız. Kimimiz tatil beldelerinde meyve kokteyllerini üst üste yudumlarken, kimimiz bayramda da her nefeste içimizi acıyla dolduracağız… Farkındayım, “bayram ve acı” kelimeleri yan yana gelince şık bir kombin oluşturmadı. Lakin, seyranda olduğu kadar bayramda da var savaşlar, açlıklar, bayramda da var acı. Birileri, yeni aldığı pahalı, orijinal ayakkabılarının vurmasını hatırlayacaktır belki, bayram ve acı denilince. Birileri, dişlerinin arasında kalan etleri diş fırçasıyla da çıkaramamasından ya da dolgusunun içine kaçan tatlıların verdiği sızıdan dem vuracaktır belki de. Bazısı için, bayram namazı çıkışı şehit edilen oğludur, bayramda acı çekmek. Bazısı için, en çok sevdiğinin kabrini ziyaret etmek. Bazısı için, bayramlık alamadığı çocuğuna bunu açıklayabilmek. O küçücük yüreğe çöreklenen kocaman kederi avutabilmek. Gıcır gıcır bayramlıklarıyla caka satanların karşısında, eski kıyafetleriyle dimdik durabilmesini öğretmek…

Çocuk, ben seni hiç unutmadım. Buzdolabımı her açışımda, yumurta girince görüş alanıma, sızım sızım sızladım. Sanki diyordun ki; “abla, bakma şu an bu kadar mutlu olduğuma. Ben üzüldüm hep, ağladım şu an mutlu olduğumdan çok daha fazla. Çok acı çektim abla ben bu kısacık hayatımda. Bir gün abla, sen çayını yudumlarken, geçip karşına bu koyu kahve gözler neler yaşadığımı anlatsa sana…”

Çocuk, sen de, annenin ve babanın yüzüne yüzümü çeviremeyişim de hep aklımda. Çocuk, ben seni unutamam ömrüm boyunca…

Ülkenin ekonomik büyümesinden dem vurmasın hiç kimse. Şeker, çikolata yerine yumurta görünce sevinçten uçan çocuklar var bu ülkede. Ne yapacağını şaşıran anneler var, et görünce…

Birinin yüzündeki gülüşün eskimesine, birinin yüreğindeki mutluluğun eksilmesine sebep olduysanız; ağlayın ey insanlar. Çokça ağlayın; birinin yüzünde eksilen gülüşün ziyadeleşmesine, birinin yüreğinde eskiyen mutluluğun tazelenmesine vesile olmayanlar… Acilen insanlığa dönüş yapın, ey insanlar. İvedilikle İslam’a dönüş yapın, ey Müslümanlar. En çok insan olmaya ihtiyacı var insanın. Ve en çok İslam olmaya ihtiyacı var Müslümanın…

Bir Hz. Ömer lazım bize; koca karıya sırtında erzak taşıyacak. “Ömer halimizi bilmek zorunda. Bilmiyorsa ne işi var hilafet makamında?” çıkışı karşısında kadının, hüngür hüngür ağlayacak…

(KORLA KARIŞIK YAĞMUR kitabımızdan)