“İç İşlerine Dışarıdan Müdahale” Meselesinin Alfabesi

Baskın Oran

“Adam karısını öldüresiye dövüyor. Kadının çığlıklarına konu komşu yetişiyor. Dayakçı da kapıyı açıp, ‘Size ne; bu bizim iç işimiz. Karışmak kimsenin haddi değil’ diyor.

Boynuz kulağı geçermiş ya, doğrusu ben bu “iç işlerine dış müdahale olamaz”ın anlamını Mülkiye’den eski öğrencimiz Can (Dündar) kadar böyle kısa ve özlü ifade edemezdim. Ama hiç olmazsa meselenin bir asırlık bilimsel arka planını yazıvereyim de, bazı zavallılar sizinle tartışmaya cüret ederlerse ‘Hadi git kardeş, işin alfabesini oku da gel’ diyebilesiniz. Sinirlerinizi boşuna bozmayasınız.

***

1) TC’nin kurucu belgesinden başlayalım. Lozan’ın 37. maddesi: “Türkiye, 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir [kanunun veya resmî işlemin] bu hükümlere aykırı (…) olmamasını (…) yükümlenir." Yani işin Türkçesi, insan haklarının en özel ve en zor dalı olan azınlıklar konusunda bile “dış müdahale”yi açıkça kabul etmişiz.  

2) Türkiye, Avrupa’da insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak amacıyla 1949'da kurulmuş Avrupa Konseyi’nin (AK) kurucu üyesi. AK 1950’de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) kabul etti ve Türkiye bunu Mayıs 1954’te onayınca, Lozan’daki taahhüdünü yinelemiş oldu. Ardından Türkiye, AİHS’yi uygulamakla görevlendirilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) zorunlu yargı yetkisini Ocak 1990’da kabul etti. Dahası, Mayıs 2004’te (yani AKP iktidarı sırasında) Anayasa Md. 90/5’e şu fevkalade önemli cümleyi ekledi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”  

3) “İnsan hakları nedeniyle iç işlerine dışarıdan müdahale edilemez” lafı, Soğuk Savaş döneminde Sovyet bloku ve azgelişmiş ülkelerin sarıldığı bir bahane idi. Artık geçmiş ola. 1990’da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) kurulunca tüm Avrupa ülkeleri, seçimler dahil, insan hakları konularında uluslararası denetime açıldı. 1991 Cenevre Uzmanlar Toplantısı da tüm olayı noktalayan şu kararı aldı: “[Azınlıkların haklarıyla ilgili uluslararası yükümlülüklere riayet] uluslararası meşru ilgi alanı’na girer ve bu nedenle de sadece ilgili devletin iç işlerine ait değildir.”  

***

Peki, bütün bunlar benim kuşağıma yarım asır önce üniversitede “milli yetki” diye öğretilene ters düşmüyor mu? Mesela, bir devlet “bu konu benim milli yetki alanıma girmektedir” dediği anda, (G. Konseyi’nin zorlama eylemleri dışında) o ülkeye müdahale edilemeyeceğini söyleyen 1945 BM Antlaşması Md. 2/7’ye ne oldu?

Sizlereömür” oldu kardeşim. Yerini, yukarıda anlattıklarım aldı. Artık, bir ülkede azınlık olup olmadığını bile o ülkenin beyanı saptayamıyor. O ülkede “çoğunluktan ırk, renk, doğum veya ulusal veya etnik köken bakımından farklı” olanlar varsa, orada azınlık olduğuna hükmediliyor.  

Peki, bizim Dışişleri Bakanlığı bu işler böyle dönüşürken devleti uyarmadı mı? Bunlar yarın öbür gün bizim “iç işlerimize” müdahale edebilirler, demedi mi?

Bu Bakanlık (yakın zamanlara kadar) dünyadan haberdar tek bakanlığımız olduğu için, ilgililere bilgi vermek için yayınladığı kitapçıkta kelimesi kelimesine şöyle dedi: “… kurulan yeni mekanizmaların, her AGİK ülkesi gibi Türkiye’ye karşı işletilmesi de her zaman mümkündür. Türkiye demokrasi ve insan hakları alanlarında güçlendiği sürece AGİK mekanizmalarının geliştirilmesinin bizi rahatsız edecek bir yönü olmayacaktır.” Yani, diplomatik bir dille aynen şunu söyledi devletine: ‘Eğer Türkiye demokratikleşmezse sorun yaşayabiliriz.’

Mülkiye’de öğrettiklerimiz haram olsun demek istemiyorum ama, bugün artık aynı bakanlık sözcüsü kalkıyor, D. Karabağ çatışmasında Azerbaycan’a silah ve mücahit yollayan Türkiye hakkında AİHM’nin “geçici tedbir” almasını 07.02.2020’de kınıyor: “AİHM’nin bugün aldığı karar hukuki dayanaktan tamamen yoksundur.” Boğaziçi’ne yapılıverenlere tüm dünyadan gelen tepkilere karşı yine sözcü 04.02.2021’de konuşuyor: “Türkiye’nin içişlerine müdahale etmeye kalkışmak kimsenin haddi değil”. Veya 1.220 gündür tutuklu Osman Kavala hakkında 11.02.2021’de şunu diyebiliyor: “Bağımsız mahkemelerce yürütülen yargı süreçleri devam etmektedir. Türkiye bir hukuk devletidir. Hiçbir devlet veya hiç kimse Türk mahkemelerine yargı süreçleri hakkında emir veremez".    

Sözcüye çok da yüklenmek istemiyorum çünkü hem daha 18. Yüzyılda Aşık Dertli “Vîrân olası hânede evlâd-ü-iyal var” demiş, hem de dış tayinin “iyi” bi yerlere olmasını sağlamak lazım. Ama lazım tabii de, geçenlerde (İslamcılarımızın Müslüman Dohinga azınlığına zulüm nedeniyle adını ilk defa işittiği) Myanmar’ın (eski Burma/Birmanya) BM büyükelçisi, ülkesindeki askerî darbeye karşı gösterileri destekleyen bir konuşma yaptı 26.02.2021’de ve ertesi gün darbeciler tarafından görevden alındı. Diplomasi ve demokrasi tarihine böyle geçmeyi de düşünmek lazım.

***

Memurları geçelim. Biraz daha ikbal için “dışarısı bize karışamaz” diyenlere gelelim.

“…sapkın LGBT'ye koruma kalkanı oluşturan” diye tvit atan S. Soylu’ya "nefret söylemi hakkındaki kuralları ihlal”den kısıtlama geldi.  F. Altun buna yine Twitter’dan tepki gösterdi: “Halk temsilcilerinin böylesine fütursuzca bir sansüre maruz kalması asla kabul edilemez!”. Sansüre karşı olana gurban!

Ayrıca, bu şahıslar nasıl böyle büyük konuşabiliyorlar anlamıyorum. İnsanı Allah yarattığına göre ya çocuğunuz veya torununuz “sapkın” doğarsa? Bu konuşmalar hâşâ huzurdan Allah’ı inkar değil midir? Eğer ‘Öyle doğmadı! Sonradan oldu!’ derseniz bu da mümkün, çünkü “şeytana uymak” diye çok geniş ve kullanışlı bi kurtuluş yolu var şükür…   

***

En esaslısıyla bitirelim: “CB Başdanışmanı ve CB Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum. Anladığımız kadarıyla Rejim’in temel hukuk işlerini “solcu ve eski Türkiye Komünist Partisi üyesi” olduğunu söyleyen bu kişi düzenliyor. Habertürk’te yayınlanan makalesinde, AİHM kararlarına uymanın zorunlu olmadığını söyleyebilmek için fevkalade zor bir işe girişmiş. Uluslararası hukuk bilenlerin aklını yerinden oynatacak şeyler söylüyor:

[AİHM gibi uluslararası sözleşmelere taraf olmak] ulusal yargının bağımsızlığını ve asli olma özelliğini ‘birincillik ilkesini’ ortadan kaldıracak yahut ulusal yargıyı zaafa uğratacak şekilde olamaz ve böyle yorumlanamaz.

Yahu, bu işlerin hocası Dr. Kerem Altıparmak’ın dediği gibi, uluslararası hukuk literatüründe “birincillik ilkesi” diye bir kavram nâmevcut! Bu terimin tamamen uydurmasyon olduğu şuradan da belli ki, yabancı dillerde karşılığı yok! Tam bir karikatür! 

Bahaneyle tedris etmiş olalım. Türkçeye “ikincillik ilkesi” diye çevirdiğimiz subsidiarite kavramı şu: AİHM, 800 milyonluk Avrupa’ya teker teker bakamayacağı için, her imzacı ülkedeki her bir ulusal mahkeme AİHS’yi AİHM’nin anladığı biçimde uygulamakla yükümlü. Eğer böyle uygulamazsa önce ulusal makamlar devreye girip uygulatır, bu yapılmadığı takdirde AİHM devreye girer.

Valla, daha ne söyleyeyim bilemiyorum. Aklıma Kanuni’yi taklit geliyor: “Komünistim deme bari, tövbe kıl cânım oğul!”

Not: Can’a en başta yaptığım iltifatı geri alıyor ve madalyayı “iç işlerine dış müdahale”yi daha bile kısa ve özlü biçimde reddeden kişiye veriyorum. Afyon’da çiğköftesi acılı diye satıcıyı döven adam konuşuyor: "İstediğimi döverim, istediğime söverim size ne! Hak edene hakkını verdim sadece."