GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR

Salgın hastalıkla boğuşmamıza rağmen gündemin durmaksızın değişmeye devam ettiği bugünlerde Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin’in şahsi görüşlerinden çark etmesi, MİT bahanesiyle cezaevine atılan gazeteciler ve sokağa çıkma yasağına uymadı diye bir gencin polis tarafından vurulması konularında kısa değerlendirmeler yapacağız.

Fatma ŞAHİN’in kişiliği yok mu?

Kovid-19 salgını üzerine alınan tedbirler kapsamında bir kısım işyerlerinin kapatılması ve sokağa çıkma kısıtlamaları nedeniyle tüketimin, piyasa hareketlerinin ve ulaşımın minimum seviyeye inmesi herkesten çok işverene ve işçilere önemli ekonomik sıkıntı olarak yansıdı. Bu durumdan kaynaklı mağduriyetleri azaltmak için ilgili kurumlar dört bir koldan çalışmaya başladı. Bu süreçte millet ittifakı belediyeleri; aldıkları tedbirler ve yaptıkları uygulamalarla başarılı bir sınav veriyorlardı ki Erdoğan sahneye çıktı. Seçimle alamadığı belediyeleri “Valilikler üzerinden partisine bağlamak maksadı güden sisteme” uymadığı gerekçesiyle “pkk/fetö taktiği uygulamak, onlarla aynı olmak, paralel devlet kurmakla” suçladı. Hatta İstanbul ve Ankara Belediyelerinin başlattığı yardım kampanyaları durdurulup hesaplara bloke konulduğu gibi haklarında izinsiz yardım toplamaktan soruşturma başlatıldı.

Yakın zamanda TÜBİTAK önderliğinde kuzey kutbuna yapılan devlet seferinden, yanına bol miktarda aldığı yöresel Gaziantep ürünleriyle çıkması nedeniyle, yurda sapa sağlam dönmüş olan Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin, Yavuz Oğhan’ın BideBunuDİzle Programında “Chp’li belediyeler için fetö/pkk benzetmesi hakkında ne düşünüyorsunuz” şeklindeki izleyici sorusuna “böyle bir benzetmeyi doğru bulmuyorum” dedi. Bu beyanı sosyal medyada “bu söylemden yakında çark eder” yorumları yapıldı. Nitekim program sırasında konuya hâkim olmadığı anlaşılan Şahin ertesi gün twittır hesabından “Cumhurbaşkanımız olduğunu bilmiyordum, onun belirlediği politikalarının aksine beyanda bulunmamız söz konusu olamaz” açıklamasını yaptı.  

Bu olay üzerine çok şey söylenebilir yazılabilir. Bu minvalde ben de soruyorum; Bakanlık yapmış ve koca belediye yönetimi verilmiş Şahin’in iradesi, aklı, fikri yok mudur? Erdoğan yanılamaz mı, yanlış yapamaz mı, peygamber midir, ermiş midir, melek midir? Onca yanlışına, yanılgısına, kandırılmalarına rağmen Bakanları, milletvekillerini, belediye başkanlarını onun arkasından sorgusuz sualsiz götüren nedir?

Bence sebep din ve menfaattir. Başka bir deyişle insanları sorgusuz sualsiz itaate yönlendiren başlıca güçler inanç ve elde edilecek çıkardır. İlk emri oku yani idrak et, düşün, muhakeme et olan bir dinin mensuplarının sorgusuz sualsiz birilerinin peşinden gitmesi, iradesini aklını kişiliğini rafa kaldırması, birey olamaması gerçekten acı bir durumdur. Bu durum meşhur “din geri kalmış toplumların afyonudur” sözünü de doğrular niteliktedir.

MİT HABERİ, GAZETECİLİK VE HUKUK

Libya’da hayatını kaybeden iki MİT görevlisiyle ilgili haberler nedeniyle odatv yazarları Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan ile muhabir Hülya Kılınç ve gazeteci Murat Ağırel tutuklandı. Soruşturma 2937 sayılı MİT Kanununun 27/3 maddesindeki “istihbarat faaliyetleriyle ilgili bilgi ve belgeleri ifşa etmek” olarak başladı ama sonra öğrendik ki buna TCK 329/1 “gizli bilgileri açıklamak” suçu da eklenerek davanın Asliye Ceza Mahkemesi yerine Ağır Ceza Mahkemesinde açılması sağlanmıştı.

Genel, soyut, sürekli ve sık değişmeyen kurallar olan Kanunları adeta bir silah gibi kullanan özellikle ikinci döneminden sonra “tepki kanunları” yaparak hukuk düzenini amacına giden yolda bir araç haline getiren iktidar önce MİT Başkanının ifadeye çağrılması üzerine 14 gün içinde yaptığı değişiklikle (İfadeye çağırma: 07 Şubat 2012; 6278 sayılı Kanunun Resmi Gazete yayımlanması 21 Şubat 2012) konuyu izne tabi kılarken iki ay sonra 17.04.2014 tarihinde 6532 sayılı Kanunla 2937 sayılı Kanunda kapsamlı değişikliklere gitti. Ne de olsa hukuk iktidarın sopasıydı ve iktidar bu sopayı kullanmakta artık ustaydı. Bu süreç ülkeyi sonu çok tehlikeli olan  “kanun devleti”ne dönüştürmeye devam ediyor. Çünkü hukuk devletinden çok farklı olarak kanun devletinde kanunların anayasa ve evrensel ilkelere uygunluğu değil iktidarın amaçlarına uygunluğu esas alınır.

Burada kısaca, Türkiye’nin ve MİT’in Libya’da ne işi var tartışmalarına değil de, konunun hukuki cezai tarafına ilişkin tespitlerime değinmek istiyorum. Birincisi ülkemizdeki uygulamada her kanunda cezai hükümlere yer verilmesidir. Örneğin; Avukatlık Kanunundan tutun Tüketici Kanununa oradan geçin Kooperatifler Kanununa, İcra İflas Kanununa, Orman Kanununa kadar hemen her kanunda Türk Ceza Kanunundan ayrı cezai hükümler yer almaktadır. Bu kanun yapma tekniğimizin yetersiz olduğunun ve dahi kanunların toplumu hizaya getirmek için kullanıldığının da bir göstergesidir. Kısacası Türk Ceza Kanunu varken 2937 sayılı Kanundaki bu düzenleme gereksizdir. İkincisi bu kanunla MİT görevlileri, süreli olan milletvekili dokunulmazlığının da ötesinde, süresiz bir dokunulmazlığa sahip kılınırken onlara karşı yapılan her hareketin ağır yaptırımlara tabi olması dengesiz ve istismara açık bir durum yaratacaktır. Üçüncüsü ceza ile korunan menfaat arasında denge olması gerekir. Hukuk devleti istenilen her eylemin suç ilan edilip ağır cezalar öngörülmesine müsaade etmez. Ayrıca ihlal edilen değerle öngörülen ceza arasında da bir ölçü olması gerekir. Gazeteciler yönelik bu suçlardan ilki 3-9 yıl, ikincisi ise 5-10 yıl hapis cezası öngörmektedir ki cezalar ağır ve ölçüsüzüdür. Çözüm olarak bu tür suçlarda yaptırım uygulanması sırf eyleme değil zarar tehlikesinin açık ve yakın şekilde ortaya çıkmasına bağlanmalıdır. Nitekim TCK’daki “suçu ve suçluyu övme ve Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” gibi suçların oluşmasında bu şartlar aranmaktadır.

Bu olay aslında olay ilk önce “mit görevlilerinin kimliklerin ifşası” olarak ortaya çıkmıştı ancak sonradan yukarıdaki şekle geldi. Yeri gelmişken bu kimlik ifşasına da değinmekte fayda var. MİT görevlisi bilgi, belge toplar, gözlem yapar muhataplarına karşı silah kullanma ve onlarla karşı karşıya gelme durumu yoktur. Şimdi şöyle düşünelim; terörle ve suçla mücadele eden, yeri geldiğinde silah kullanan, çatışmaya giren güvenlik kuvvetleri (asker) ve kolluk kuvvetleri (polis/jandarma) için böyle bir düzenlemeye gerek duyulmazken mit görevlileri için duyulması yersizdir. Mit görevlisi görevi gereği işini gizli yapmak zorundadır eğer açığa çıkmışsa işini iyi yapamamış demektir ve zaten pasif göreve alınması gerekir. Kaldı ki mevcut olayda görevliler hayatını kaybetmiştir. Ortada açık bir zarar veya yakın tehlike yoktur.

Nitekim 2937 sayılı Kanunun 1983 yılındaki metninde de 2014 yılındaki değişiklik teklifinde de böyle bir düzenleme yoktur.[1] Bu düzenleme, iktidarın hep yaptığı gibi, önergelerle sonradan ihdas edilmiştir. Nitekim daha yeni yürürlüğe giren infaz düzenlemesi görüşmelerinde de MİT Kanununa muhalefetten kaynaklı suçların kapsam dışı bırakılması gece yarısından sonra (saat 03.00’de) verilen bir önergeyle yapılmıştır.

Kısacası ortada bir şey yokken bir kaşık suda fırtına koparılmış ve yine gazeteciler hapse atılmıştır. İktidarın anlaması gereken şudur; gazeteci devletin hamisi değildir onun görevi ve işi haber yapmaktır. Gazeteciye bir güvenlik görevlisi veya devlet memuru muamelesi yapılamaz, işini yaptığı için ceza verilemez. İktidarın istemediği konularda haber yapması onu vatan haini değil bilakis gerçek gazeteci yapar.

KOLLUK KUVVETİ Mİ KOLLUK HİZMETİ Mİ?

İçişleri Bakanlığının Genelgeleriyle 31 ilde hafta sonu ve tatil günlerinde sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Oysa bu tedbirin uygulanabilmesi için “Salgın Hastalık Nedeniyle OHAL” ilan edilmesi gerekir. Çünkü nu yasaklar yerleşme, seyahat, çalışma, mülkiyet hürriyeti gibi ancak kanun veya duruma göre OHAL süresince KHK ile sınırlanabilecek temel hak ve hürriyetlerde sınırlama yapmaktadır. Kanımca, iktidar OAHL uygulamamasını, kendine has şark kurnazlığıyla, OHAL ilanının yükleyeceği siyasi ve ekonomik faturanın altına girmemek için yapmıyor. Bu uygulamanın, her derde deva görülen, İl İdaresi Kanunun 11/C maddesine dayandırılması mümkün değildir. Bu bakımdan yasaklara aykırı eylemler nedeniyle kesilen cezaların da dayanağı yoktur ve yok hükmündedir.

Olayın bu boyutundan sonra geçen günlerde Adana’da sokağa çıkma yasağını ihlal eden Suriyeli bir gencin polis tarafından vurularak öldürülmesine değinmek istiyorum.

Basına yansıyan ifadeye göre şüpheli polis memuru “ölen şahsı yanında başka bir şahısla bize doğru gelirken gördüm. Şahıslar biraz tedirgin davrandılar. Ben şahısların yanına gittim. Ölen çocuğun yanındaki şahsı aldım. Diğer ölen çocuk kaçmaya başladı. Diğer şahsı arkadaşlarıma teslim edip, kaçan çocuğun peşinden gittim. Çocuk ara sokaklara girince belimden silahımı çıkarıp, mermiyi namluya sürdüm ve arkasından koşuyordum. Dediğim gibi ara sokaklara girdiğim için ve sokaklar sıkıntılı şahısların oturduğu yerler olduğu için, biraz da kendimi güvende hissetmek için elime silahı almıştım. Koşarken elimde eldiven bulunduğundan ve çok sendeleyip, yorulduğumdan yere düştüm. Yere düşerken de silah ateş aldı" dediği öğrenildi.

Bu olayı bu şekilde kime anlatırsanız anlatın polisi haksız görecektir. Hukukçu olmaya, polisin yetkilerini bilmeye gerek yoktur. Neticede ortada bir terör olayı yok, saldırı yok, çatışma yok, görünmeyen bir düşman yok, bir ihbar üzerine oradan geçen şüphelileri arıyor değilsiniz arazide tek başına değilsiniz, şehrin ortasındasınız ve olay sokağa çıkma yasağının ihlalinden ibarettir.

Böyle bir durumda şahıs kaçsa ne olur, kim ne kaybeder, idari para cezası kesilmemesi neyi değiştirir? Bu şahsı yakalayıp kimlik kontrolü yapılınca ceza kesilince ne olur, kimin eline ne geçer? Bir aydır evden çıkmaları yasak olan gençleri sokakta görünce yapılması gereken evlerine gitmeleri için ikaz etmektir başka bir şey değildir.

Kanaatimce buradaki asıl sorun kolluğun “kendini devletin sahibi, koruyucusu, olmazsa olmazı gören ve görevi kişiselleştiren” anlayışındadır. Oysa kolluk sadece kanunların uygulayıcısıdır, devletin değil vatandaşın koruyucusudur. Burada da 26 yıllık meslek hayatı olduğu söylenen memurun yaptığı tabiri caizse “işgüzarlık”tan başka bir şey değildir. Yapılması gereken; kolluğun kendini üstün vatandaşı düşük gören (dikkat ederseniz polis, ezici çoğunlukla, karşısındaki kişiye siz değil “sen” diye hitap eder), karşısına geleni peşinen suçlu kabul eden, kendini her hâlükârda kuvvet kullanmaya mecbur hisseden “kolluk kuvveti” kavramından kendisini vatandaşın hizmetkarı ve kanunların uygulayıcısı gören “kolluk hizmeti” anlayışına (tam da içinde bulunduğumuz dönemdeki bazı uygulamalarda olduğu gibi) evrilmesindedir.

Son olarak şüphelinin ifadesine değinmek istiyorum. Bugüne kadar olan uygulamalar göstermiştir ki kolluk birisini darp etmişse bunun sebebi “şüphelinin kendini duvara, kapıya vurması yani kendine zarar vermesi” bu olayda olduğu gibi silah kullanarak ölüme veya yaralanmaya sebep olmuşsa nedeni “silahın kendi kendine ateş almasıdır.” Bunlar elbette inandırıcılıktan uzaktır. Hiçbir silah (el yapımı veya çok eski bakımsız değilse ve dokunmadıkça) kendi kendine ateş almaz. Öncelikle namluya mermi verilmesi için ciddi tehlike altında olmak gerekir ve bu yapılsa bile silahlarda “emniyet mekanizması” vardır. Bu yargılamanın da sonucunu göreceğiz ama ciddi bir ceza verileceğini sanmıyorum. Çünkü mevcut mantık şu: “ölen öldü yapacak bir şey yok, bari polisi kurtaralım, hem aksini yaparsak sonraki görevler için polislerin şevkini kırarız.”

Netice olarak; hayatın değil ölümün, bireyin değil devletin yüceltildiği ve kutsallaştırıldığı, yetkililerin kendilerini hukukla bağlı görmediği ve hukukun sadece vatandaşlar için uyulması gerekli bir ödev olduğu anlayışı değişmediği sürece böyle sudan sebeplerle hayatlar kaybolmaya devam eder. Esenlikler dilerim.