EVET, DEPREM KAPIDA !.. YA SONRASI ?..

İstanbul’da er ya da geç büyük bir deprem olacağını biliyoruz diye söze başlayacağım. Ve hemen ardından; her depremden sadece, sonra zaten gerekli olacak toplanma alanlarına ilişkin önlemleri tartıştığımızı söyleyerek, “ilkin hayatta kalmak” koşulu ile değil de, sadece “en az zararla çıkmak” için gerekli eylemleri dile getiriyor olmaktan başka işimiz yok mu bizim diyeceğim !.. 

Galiba, bu rahatsızlığı doğuran temel nedenleri fena halde gözden kaçırıyoruz !.. Aklı başında bir doktorun, tam da beklediği gibi bir hasta gibiyiz !. Tüm semptomları harika bir tanımlama becerisi ile sayıp döküyoruz.. Peki bunlar olmasın diye İstanbul nasıl bir yaşam sürmeli ve ülkemiz için de “özgür ve sağlıklı yaşamın öncü örneği olmalı ?” sorusuna ise maalesef, hiç bir yanıt aramıyoruz ve elbette öneremiyoruz. Özetle, bu rahatsızlığı doğuran temel nedenlerin hiç farkında olmadığımız anlaşılıyor.. Geleceğe yönelik, yâni deprem riski taşımayan yeni yapılanmaların nasıl olabileceğine dair kafa yormayacak isek, vah ülkemizin haline !.. 

Şunu bilmeliyiz ki, deprem riskini bertaraf etmek, kalan sağları kurtarma operasyonu değildir.. Ki maalesef görülen durum, sadece budur… “Deprem olmuş bitmiş, ne olmuşsa olmuş, biz sonrasına bakalım. Bâri sağ kalanları kurtaralım !” diyemeyiz.. Nedenleri ortadan kaldırmalıyız !.. Depremin olmaması yada olası büyük kayıplara sebep olmaması için Allah’a yalvarmak, tek çaremiz olmamalıdır. Depremde yıkılma ihtimalini ortadan kaldırabilen ahşap yapılanmanın önünü açmalıyız artık sevgili dostlar !. Derin uykumuzdan uyanmalıyız.. Bu anlayışla inşa edilecek yeni yapılanmaların, deprem risklerini sıfıra kadar indirebileceğini öğrenmeliyiz.. Başımızın üstüne çıktığı andan itibaren ecel nedenimiz olmaya başlayan betonarmenin bilimsel ömrü; 60 yılı geçmemektedir zâten. 20-25 sene sonra ise, yıpranmasından ötürü artık mecburiyet haline gelen kentsel dönüşümler o yüzden, yine aynı ölümcül hataya düşmektir.. Yeni yapılacak tüm binaları, hiç olmazsa son deprem tokadı ile uyanarak, atamızın dedemizin bütün dünyaya öğrettiği kendileri tarafından itiraf edilen, ahşap yapım teknikleri ile inşa etmeyi gündeme taşımak zorundayız artık !..

Betonarme hakkında öncelikle, şunların da bilinmesi ve acilen masaya yatırılması gerekmektedir.. Güçlendirme yapılarak depreme karşı garanti elde edildiği sanılan bina takviyelerinin hakkını verebilmek için, nerede ise yapım maliyetinin yarısı kadar bir ilave harcama yapmak gerektiğini ve bu güçlendirmenin o binayı, ancak bir dahaki depreme kadar koruyabileceğini bilmeliyiz. Bu arada güçlendirme işleminin, toplam ağırlığı da çok önemli ölçekte arttırabileceği için, hele Allah korusun temel seviyesinde yeterince tedbir alınamazsa, yepyeni riskler doğurabileceğini de bilmeliyiz. Canımızı kurtarabilme seviyesinde bir koruma sağlanabildiğinde bile yine bilmeliyiz ki o bina, bir sonraki beklenen depremde yıkılmasa da, ciddi bir hasar görecektir ve artık, mutlaka yıkılması gerekecektir.. Yani bir anlamda, bir atımlık barut yaratmış yada bir depremlik güvence sağlamış olmaktayız bu güçlendirmelerle !..

O yüzden, zaten riskli olan binalara yapılan güçlendirmelere daha da uzun süreli güvenmek, Poliyanacılık olacaktır. Bilindiği gibi, sadece bir ayağı alçıya alınan bir insanı, arkadan iter itmez kolayca devirebilirsiniz.. Birçok binanın böylesine dengesiz güçlendirmeler ve yetersiz müdahaleler yüzünden başına gelecek olan da, maalesef böyle şeyler olacaktır ülkemizde.. Yâni, büyük bir riski azaltmak için yapılmaya kalkan bu gibi pansuman tedbirlerinin uzun vadeli olamadığını ve aslen, riski daha da arttırabileceğini bilmeliyiz..

Haydi diyelim ki, betonarme çok doğru bir seçenektir.. O zaman, yıkılan binaların projesini yapan; ya mühendis cahildir, deprem etkisini hiç hesaba katmadan yapmıştır projesini, yada müteahhit hâindir. Kısa dönem kârından başka bir şey düşünmemiştir o inşaatı yaparken !.. Hiçbir öneriyi ve tarihi geçmişin çözümlerini dikkate almamıştır !.. Bu gayretler, bir yama etkisidir. Yamalı pantolon ne kadar uzun ömürlü, sağlıklı ve tercih edilen bir çözüm ise, o kadar doğru bir seçimdir yapılanlar. Koltuk değneğinin faydası kadar katkısı vardır ayakta durmaya.. Çünkü kırılan baston dâimâ, hastanın felâketi olacaktır.. 

Yüzlerce konferans ve makalemde sebep ve sonuç ilişkileri örnekleyerek anlattığım, ikinci dünya savaşından sonra başımıza belâ olan betonarme yapılar, ülkemiz için maalesef “beton lâhitler” haline dönüşmüştür.. Depremden kurtulmak ve kaçmak için ilk başvurduğumuz merdivenler ise, “öncelikle” hayâti risk taşımaktadır.. Her depremde, ana binadan farklı bir “frekans aralığına” sahip olduklarından, yâni yapıdan bağımsız olarak sarsılacakları için, binanın geri kalanına devamlı olarak çarparak yıkılırlar. O yüzden ana bina yıkılmasa dahi, aniden merdivenlere koşan insanlar, oluşan hasar sonucu parçalanan basamaklar yüzünden korkunç şekilde sakatlanırlar, yada maalesef ölürler !.. 

Ayrıca merdivenler, depremde yıkılmamış olsa bile bu kez, sadece, kaçmaya çalışan insanların panik sırasında oluşan aşırı yoğunluğu yüzünden çökebilirler. Katlara bağlandıkları yerde gerekli özen ve donatı detayı uygulanmadığından ötürü de, deprem anında yapıda en önce hasar gören yerlerin başında gelir merdivenler. Yüksek katlı binalarda ise bu hasar, daha da belirgin olur.

İlâveten; genellikle kat döşemeleri ve duvarlar bittikten sonra yapıldıkları için de, bazı filizler bırakılmış olsa bile, döşeme ile soğuk birleşme dediğimiz şekilde bağlanmış olurlar. Bu yüzden, yâni beton merdiven kolları kat betonundan sonra döküldüğünden, monolitik bir bütünlük sağlanamamaktadır yapılarda.. Merdivenler genellikle ve maalesef, hesabı doğru düzgün yapılmadan çizimlere işlenen elemanlardır ülkemizde. Ayrıca, ortogonal olmadıkları için de, frekansları ve davranışları, kolon kiriş gibi yapı elemanlarından farklıdır. Bu sebeplerden dolayı, deprem anında yapıda en önce hasar gören yerlerin başında gelmektedir merdivenler. Tahmin edileceği gibi bu durum, yüksek katlı yapılarda büsbütün tehlike arz etmektedir.

Sevgili yer bilimci hocalarımızın en fazla yapabilecekleri ise, denizin altında bir gözlem istasyonu kurulması halinde, İstanbul depremini en fazla on beş yirmi saniye önce bildirebileceklerini söylemekten ibarettir.. Çünkü, “meğer hangi binalar depremde yıkılmayabilirmiş ?” değildir ihtisas alanları... Âfet yönetimcileri de sadece, deprem sonrası oluşan kaosu çözmeye çalışanlardır. Asıl sorun ise, depreme dayanıklı yapılaşmanın önünü açmaktır. Ölüm riskini baştan önlemektir.. Bunun için de, tüm kentsel dönüşümlerin ön şartı olarak artık; “ahşap inşaatı” zorunlu kılmalıyız.. Yangın riski mi ?.. Örneğin çelik inşaatta ilk 15 dakikada 600 dereceyi bulabilen sıcaklık, çeliğin akma sınırını aştığından ötürü, bütün dünyada kapalı alanlarda yasaklandığını bilmeliyiz. İkiz kulelerin, üç dakikada çöktüğünü unutmamalıyız.. Ahşap inşaatta ise ilk bir saat, kaçıp kurtulmaya genel olarak zaten yeterken, sadece hesap edilen statik kesitin artı 2 cm daha kalın imal edilmesi halinde bile, yanan dış tabakanın, içeride kalan esas taşıyıcı kısmın yanmasını en az bir saat daha geciktireceği bilinmelidir.. Ayrıca, betonarme binalarda bizi çaresiz bırakan deprem riskini hiç taşımayan ahşap binada kullanılan tüm elemanlara, şişe suyu fiyatına satılabilen sıvıların vakumlu kazanlarda emdirilmesi ile, çürümeleri engellenebilirken, aynı metotla, tamamen yanmaz hale getirilmeleri de mümkündür artık.. 

Bu kondisyona ilk karşı duracak olan da, hiç kusura bakmasınlar ama, beton lobisi olacaktır kuşkusuz.. İkinci dünya savaşı sırasında Almanya’dan ülkemize dönmek zorunda kalan gençlerimiz ve Yahudi bilim adamlarının Teknik Üniversiteye gelmeleri ile başlamıştır bu serüven. Nereden mi biliyorum? Rahmetli babam 1924’de, ağabeyim de 1957’de İnşaat mühendisi idi.. Babam, çelik ve betonun yanında ahşabı da bilirdi elbet, ağabeyime ise, sadece çelik ve betonu öğretmişlerdi.. Bu eksik tahsilin sonunda yaratılan beton lobisi mensupları, birçok makalemde yüzlerce sayfa anlattığım nedenlerle ülkemizi, tüm binalarımızda; % 90 betonlaşmayı aşan dünya şampiyonu haline getirmişler ve elbette giderek siyasete de hâkim olmuşlardır !. 

99 yılındaki depremden hemen sonra, kurucularından birisi olduğum UAB, Ulusal Ahşap Birliğinin ikna etmesi ile Amerika’ya götürülen Bayındırlık Bakanımız, orada bulunan sadece bir firmanın bile, bir yılda 40.000 ahşap ev yapma kapasitesine sahip olabildiğini gördü. Çünkü Amerika’nın % 90’ı zaten ahşaptı. Beyaz Saray da 225 yaşındaydı ve o da ahşaptı elbet !.. Kendileri ülkeye gelir gelmez, “beton yanlışından vazgeçeceğiz, atamızın dedemizin dünyaya öğrettiği ahşap yapılara döneceğiz ve böylece, yaşamsal deprem riski hiç taşımayacak binalarımız !..” demişti. Tam bir hafta sonra ise, beton lobisinin “çok nazik !” ricası üzerine fikrini değiştirmek zorunda kalmıştı..

Şu anda, sadece Amerika’nın değil, Kanada’nın da, Avusturalya’nın da % 90’ı aşan bölümü, ahşap yapılardan oluşmaktadır.. Avrupa ortalaması da % 60’lardadır artık.. 99 depreminden sonra, inceleme yapmak üzere ülkemize gelen bir Amerikalı profesör bana, “ahşabın mühendisliğini bile sizden öğrendik. Siz ne zaman unuttunuz ?” dediğinde, verecek yanıt bulamamıştım.. Şimdi hemen, “ya şu kendimizi mecbur sandığımız apartmanlar, ahşapla nasıl inşa edilecek ?” diyeceksiniz.. Bir uç örnek olarak, Londra’da inşa edilmek üzere projelendirilen 80 katlı, yani 300 metre yüksekliğindeki ahşap gökdelenin yanında, hayli yaygınlaşan 10-15 katlı ahşap yapılara da dikkat çekeceğim. Çok katlı yapılanma ise bence, insanca bir yaşam değildir. Tamamen kendi itirafları ise, başka seçeneği olmayan zavallı Amerikalıların gökdelenlerde oturduğu, geri kalan %90’ın iki katlı ve bahçeli ahşap evlerde oturduğudur..  Çok katlı yaşam bizim ülkemizde, hiçbir zaman mecburiyet değildir aslında. Rahmetli Turgut Cansever hocamın da desteği ile 16 sene önce kaleme aldığım ve aşağıya birkaç tanesi ile birlikte linkini de eklediğim “Bir Ülke Nasıl Yenilenir ?” başlıklı makalem bu konuyu, tüm hesaplamaları ile birlikte dile getirmektedir.. 

Türkiye’nin toplam alanının yaklaşık 800.000 km2 olduğunu, devletin elinde; tarımsal, dağlık, bataklık ve elverişsiz alanlar dışında ortalama 400.000 km2 arazi olduğunu bilmekteyiz. O günlerde 70 Milyon olan ülkemin nüfusu, iki katlı bahçeli evlerde oturulmak koşu ile ülkemi boydan boya geçen 20 km’lik bir şerit kadar alana sığmaktaydı.. Bizde olmayan şey maalesef yer değil, ülke planlamasıdır !.. Plancılarımız henüz, mahalle bazında çalışmaları aşamadılar. Çünkü aştırmadılar.. Kişi başına 200 m2 hesabı ile, 70 milyon nüfus için 14 milyon dönüm, yani 14.000 km2 arazi gerekmektedir. Bu alan ise, ülke yüzölçümünün sadece YÜZDE 1.75’idir..

Sevgili hocamızla birlikte yaptığımız bu hesaba göre; ülkeyi boydan boya geçen 1500 km boyunda bir çizgi düşündüğünüzde, 9.3 km eninde bir bandın tüm nüfusu; bahçeli, enerji öncelikli, ekolojik ve sağlıklı bir yerleşime kavuşturacağını kolayca hesaplayabiliriz. Gözde canlandırılması kolay olsun diye de, normal bir karayolları haritasında bu alanın ancak 5 mm yer tutacağını söyleyebiliriz.

Hadi gelin şu işe doğru yerinden başlayalım ve kalıcı çözümler üretelim. Gözyaşlarımıza mendil dağıtmayalım, acının “sebebini” ortadan kaldıralım !.. Ve lütfen, aşağıya linklerini eklediğim makalelerimi, yâni şimdilik sadece sekiz tanesini okuyarak, düşünmeye başlayalım birlikte..

Y. Mimar

Çelik ERENGEZGİN