Siyasi tarihimizde benzerini yaşamadığımız adeta siyasetin ‘’tehdit’’ seviyesine düştüğü şu günlerde geleceğe dair amatör bir beyin fırtınası yapmakla başlayalım yazımıza. Gayemiz bu karanlıktan bir çıkış kapısı bulmaksa her yöntemi denemek zorundayız.

Türkiye’de seçimler sonrası görevini hakkıyla yapan bir iktidar geldiğini farz edelim. Yeni hükümet; adaletten ekonomiye, gelir dağılımından kurumların özerkliğine kadar her sorunu çözmeye başlamış olsun.

Son yıllarda (özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası) bürokratik kadroların iktidar ve küçük ortağı tarafından liyakat kaygısı güdülmeden yandaşlarla doldurulduğunu görmek bizleri bazı sorular sormaya mecbur ediyor. Söz konusu kadroların yeni rejime adaptasyon güçlüğü çekeceğini düşünüp kaygılanmamak mümkün değil.

Bu durum yeni iktidarın manevra kabiliyetini sekteye uğratır mı?

Yeni yönetimin yapacağı toparlanma hızını bu deneyimsiz kadrolar ne derece etkiler?

 Genç polis, bekçi, savcı ve hakimler dünyaya hangi pencereden bakmaktadırlar?

Alelacele geçirildikleri eğitimlerde hangi hassasiyetlere önem verilmiştir?

 Yazımızda işlemek istediğimiz ilk konu bu kadroların psikolojik zihin yapısı ve takıntıları olacak. Herkes bize düşman, bizi bölmek istiyorlar, dinimiz tehdit altında, dış güçler, hedef Türkiye ve etnik/bölgesel ayrımcı düşünceler gibi vesaire söylemlere sıkışmış sağlıklı düşünme kabiliyetini bir derece kaybetmiş kadrolardan bahsediyorum. Dillerine pelesenk ettikleri bu vehimlere kendilerinin de inandığı bir muamma. Bu korkular aslında ‘’ilkel beyin’’e ( Sürüngen beyni) hitap eden kavramlar. İktidarın iktidarını devam ettirmek için sistemli bir şekilde kullandığı bildik bir metot.

Söz konusu kadrolar yeni yönetim için ayak bağı mı oluşturur? Yoksa yeni iktidarın toparlanma sürecine olumlu katkısı mı olur?

Klasik; düşman yarat, korku iklimi oluştur, safları sıklaştır ve oyları topla mantığı popülist otoriter rejimlerin vazgeçemediği bir oyun. Bu oyun sadece kitleleri kolay yönlendirilen sürüler haline getirmiyor, sağlıklı toplumsal kararlar almamıza da engel oluyor. Bu tür kaygıları her vatandaş ya da bürokrat/memur taşıyabilir ancak belli bir denge kabilinde olduğu sürece. Kantarın topuzu biraz kaçtığında bunun adı paranoya hastalığı sınırları içine girecektir. Psikiyatristler psikiyatrik hastalık sürecinde alınan kararların yerinde kararlar olmayacağını, bireyin menfaatini güdemeyeceğini belirtirler.

Yakın tarihlerde de vehimler içinde kıvranan kitlelerin sağlıklı toplumsal kararlar alamadığı örneğine çokça rastlarız. İkinci Dünya Savaşı, insanlığın edindiği en büyük tecrübedir ve yetmiş beş yıldır anlaşılmayı beklemektedir. Hastalıklı liderlerin sebep olduğu kıyım, zihinlere kazınması ve derin dersler çıkarılması gereken bir milattır. İkinci dünya savaşına girmemiş olmamız bu tecrübeleri edinmemize engel oluşturmaz.

Dönelim vehim ve kaygı bozukluğu taşıyan kadroların gelecekte nasıl rehabilite edileceği konusuna. Bürokrasi, yeni başkanlık sistemi sonrası kısaca sorumluluk var ama yetki belirsiz şeklinde açıklanabilir. Zaten kadrolar üstündeki psikolojik baskı yüksek seviyede. Kişisel görüşüm bu kadrolar zaten bu yorucu ve yıpratıcı duygu durumundan bir an önce kurtulmak istemektedirler. Kadroların rehabilitasyonunda iktidarın dış dünyaya bakış açısı ve söylemleri iyileştirici etki yapması muhtemeldir. Cesaret ve güven veren mesajlar korku odalarında sıkışıp kalmış tüm vatandaşlara ve bürokratlara rahat bir nefes aldıracaktır. Devlet büyüklerinin mantık ve aklı önceleyen söylemleri kişisel/toplumsal özgüvenin dolayısıyla verimliliğin artmasına katkı sağlayacaktır.

En üstten en alt kademesine kadar devlet memurunun zihin yapısı, konumunu koruyup üst makamlara terfi etme üzerine kurulu olduğu için yeni duruşa adapte olmaları zaman almayacaktır. Hele adalet temelli ve liyakat esaslı bir sistem kurulduğunda verimlilik ve sistemle gönül bağı kuvvetlenecektir. Dirençli kişilikler sistemli bir eğitimle istenilen iyilik haline kavuşturulabilir.

İkinci ana başlığımız değişen kamusal alan, asıl tehlike burada bizleri beklemekte. Dijital dönüşüm, iklim krizi, çevre sorunları, yapay zeka, küresel ısınma, sağlık harcamaları, eğitimde fırsat eşitsizliği, popülist liderler, otoriter rejimler, kaynayan kazan Ortadoğu ve son olarak Covit-19 Salgını. Bu sorunların çözümünü sadece geleneksel devletten beklemek hayal ve romantizmden öte bir şey değildir. Bu devasa sorunlar kapsayıcı barışçıl bir devlet yönetimi, sivil toplum kuruluşlarının güçlendirilmesi/yetkilendirilmesi ve tüm toplum katmanlarının çözüme katkı sağlaması ile mümkün olacak.

 Yeni kamusal alan hakkında detaylı bilgi için Deva Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sayın Burak Dalgın’ın Yeni Kamusallık* isimli makalesi ufuk açıcı mesajlar içermekte. Makalede karşımıza bu yeni dönemde karmaşık sorunların çözümünden bahsetmekte yazarımız:

‘’ Yeni Kamusallık hepimizi kapsayan bir kubbe ise, dört sütun üzerinde yükselmeli:

 (i) yeni bir toplumsal mukavele (sosyal kontrat),

 (ii) fırsat eşitliği ve toplumsal seferberlik,

 (iii) yeni medya ve demokratik katılım,

 (iv) sağlıklı bir çevre.

Üstelik, bu yapıyı tüm paydaşları kapsayan sağlam bir zemin taşımalı. Zira yük, devlet veya özel sektör gibi tek bir aktörün taşıyabileceğinden çok daha ağır.’’

 Günümüz Türkiye’si adeta bir korku tünelinden geçiş dönemidir, uzun süre toplumun taşınabileceği bir yük değildir ve kısa sürecektir. Yeni durum için çalışmalar yapmak, hazırlıksız yakalanmamak gerek. Yeni Türkiye’nin yükselişine omuz vermek istiyorsak donanımlı, bilgiye aç, her daim kendini yenileyen, merhametli, ve fikirlere müsamahalı bireyler olmaya şimdiden başlayalım.

Bir an önce dersimize çalışmaya hep birlikte başlasak iyi olur çünkü yapacak çok işimiz var. Zira bu ülke kolayca pes edecek ve teslim olacak bir devşirme yığınlar topluluğu olmadı ve olmayacaktır.