Baskın Oran

Gazeteci değilim ama gazetecilere fark attırırım evelallah. Size derhal bi atlatma haber vereyim: Ayasofya artık çatır çatır cami yapılabilecek.  

Çünkü Yunanistan kilisesi lideri Atina Başpiskoposu Yeronimos şöyle dedi: “Türkiye Ayasofya’yı cami yapmaya cesaret edemez”.

CB ve AKP Gn. Bşk. R. T. Erdoğan, “yerli ve milli” onuruna çok önem veren bir lider olarak böyle posta atmalara fevkalade sinir olur ve kendi ayağına doludizgin sıkma anlamına geldiğine aldırmadan tam tersini yapar.

Ayrıca, böyle fırsatları da kaçırmaz. Çok özetle anlatayım.

***

Ben kısa pantolonlu sübyanken, yani 50’lerin ilk yarısında, şimdi İzmir’in en işlek caddelerinden olan II. Kordon’da (Cumhuriyet Bulvarı) karşılıklı ikişer taş koyup maç yapardık. Bizim taşın üstünden giden topa karşı takımın “Goool!” diye bağırmasına “Direeeek!” diye çığrışmamız yetmez de çok bastırırlarsa, “Hayde Vre Malaka!” diye ortalığı yırtardık.

Malaka, “palavracı” anlamında. Sonradan öğrendiydik, hâşâ huzurdan, tam yazmazsam anlamsız olur, “otuzbirci” demek olduğunu Rumca. O zamanlar Alsancak’ta Rumlar vardı efendim; İsmet Paşa’nın 1964 Sürgünü’ne daha en az on yıl bulunmaktaydı.

Yeronimos’u okuyunca, hah dedim, bu tam Malaka. Erdoğan’a en büyük katkıyı böylece bu papaz yapmıştı. İstanbullu canım bi Rum arkadaşım “Abi, ne de olsa komşuluk dayanışması!” diye tevile kalkışmış olsa da!

Geçelim efendim. Malaka anısı bi nostaljiydi, yazıya matrak bi giriş mahiyetindeydi, onu tamamen unutup bugüne gelelim. Hakkında kitap yazacak kadar (övünmek gibi olmasın, “R. T. Erdoğan’ın Yazılmamış Anıları”, 2017, Belge Yayınları) yakinen tanıdığım Erdoğan’ın onur anlayışına dönelim. Sadece son bir-iki örnek.

***

1 Temmuz’da, Volkswagen’in Türkiye’de fabrika kurma planından, pandemi’nin yarattığı ekonomik koşullar nedeniyle vazgeçtiği haberi geldi.

Aynı gün VW, Audi, Porsche, Mercedes-Benz ve BMW’ye, “araçların tavanlarının en fazla hangi hızda açılıp kapanabileceği”ne varıncaya kadar, soruşturma açtı Rekabet Kurumu.

Normaldi. VW sabıkalıydı: Ekim 2019’daki Barış Pınarı Harekatı nedeniyle bu yatırım kararını ertelemişti.   

***

Yine 1 Temmuz’da Erdoğan sosyal medyanın kısıtlanacağını açıkladı.

Normaldi. Torunu Hamza Salih Albayrak’ın doğması üzerine atılan, tüm muhalefetin derhal kınadığı, 11 kişinin gözaltına alınıp bazılarının tutuklanmasına yol açan çirkin mesajlara tepki gösteriyordu.

Aynı gün, ciddi suratlı “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” demeç verdi: “Cumhurbaşkanımızın bu yaklaşımını baskıcı ve yasakçı bir kalıp içerisinde sunma çabaları beyhudedir”.

Twitter, Facebook, Instagram gibi sosyal medya kısıtlamalarına ilişkin olarak TBMM’ye sunulacak tasarının ana hatları ertesi gün (2 Temmuz) açıklandı.

Normaldi. Twitter sabıkalıydı: AKP’yle bağlantılı olduğu gerekçesiyle 7.340 AkTrol’ün hesabını 12 Haziran’da kapatmıştı.

Yalnız, normallik dışında ilginç olan şuydu ki, Trump’ın Twitter ve Facebook’u engelleme girişimlerinin yanı sıra, aynı günlerde Pompeo da TikTok’u yasaklayabileceklerini ilan etmişti. Yani Erdoğan’ın mı Trump’ın Türkiye şubesi, Trump’ın mı Erdoğan’ın Amerika şubesi olduğu biraz karışmıştı.

***

“Paralel barolar”a karşı avukat yürüyüşlerinin Ankara Valiliği tarafından Corona’dan korunmak gerekçesiyle yasaklanmasını, yani Corona’nın ikinci bi “Allah’ın büyük lütfu” olarak kullanılmasını geçersek, Erdoğan’ın çok ilginç bir girişimine daha gelebiliriz:

11 Mayıs 2011’de, yani partinin (Avrupa’daki Hıristiyan Demokratlar misali) hâlâ Müslüman Demokrat potansiyeli gösterdiği bi dönemde, AKP İstanbul’da uluslararası bir konferans toplamış, bu sebeple “İstanbul Sözleşmesi” adını alan bu belgeye ilk imzayı hiçbir çekince ileri sürmeksizin koymuş, 14 Mart 2012’de de onamıştı.

Resmî adı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi olan belge ilk defa “toplumsal cinsiyet” tanımı yapıyor, kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olduğunu ilan ediyordu.

46 devletin ve AB’nin imzaladığı İstanbul Sözleşmesi hakkında, “İmzalanması yanlıştı. Nasıl usulünü yerine getirerek imzalanmışsa, usulünü yerine getirerek çıkılır” açıklamasını 2 Temmuz’da yapma görevi, Saadet Partisi ve Halkın Sesi Partisi’nden AKP’ye transfer Numan Kurtulmuş’a verildi.

Ve tabii, bu “çıkış”ın, şu sıralarda “ulusal bir pandemi” halini almış olan kadınlara dayak açısından ne anlama geldiği de akıllara düştü.

Normaldi. “Toplumsal cinsiyet” de ne demek oluyordu? Yarın öbür gün, ahlaksız LGBTİ’leri de mi içerecekti? Ayasofya konusuyla birleşince, geleneksel Türk aile yapısına dış mihraklardan gelen bu baskılar Türkiye’nin milli egemenliğine bir müdahaleler silsilesi mi inşa etmekteydi?

Tabii, yiğidin hakkını da vermek lazım. Bi yandan geleneksel Türk aile yapısına yapılan saldırılara göğüs gererken, kadınlara verdiği önemi, bir fotoğrafa “iki tane bayan milletvekili” girmesini isteyerek göstermekteydi CB Erdoğan.

***

Bitirelim: 4 Temmuz tarihli basın, Erdoğan’ın AB’ye çok sert çıkışını yazdı:

Türkiye'nin salgın sonrasında bu kadar güçlü çıkması hemen birilerini rahatsız etti. AB'nin, hiçbir alanda esamesi okunmayan ülkelere sınırlarını açarken, Türkiye’ye kapılarını kapatması oldukça manidardır. Biz 1 kaybedersek onların kaybı 10 olacaktır”.

Normaldi. Çünkü 29 Haziran’da açıklanan AB listesinde, seyahat serbestliği getirilecek 14 ülke arasında Türkiye yoktu.

***

Bütün bunları Erdoğan’ın kendi ayağına sıkması olarak yorumlayanlar çıkabilir. Fakat yerli ve milli onuru korumak olarak düşünülmeli. Üstelik, Vatan Partisi Gn. Bşk. D. Perinçek’in kendisine “Milli devletin diktatörlük uygulaması gerekir” diye destek çıkmasının da gösterdiği gibi, çekinmesini gerektirecek bi durum olmadığı ortada.

Ayrıca, yukarıda söyledim, yiğidin hakkını her zaman teslim etmek lazım. Kendisini bi zamanlar fena sinirlendirmiş olup da, yedikleri zılgıt üzerine biat ediverenleri, mesela Prof. Metin Feyzioğlu’nu, Erdoğan’ın nasıl el üstünde tuttuğunu da hatırlamak lazım. Yeni tasarıya göre, olağanüstü TBB kurultaylarında seçim yapılamayacak.