Baskın Oran

Günde yaklaşık iki buçuk saatimi elli kadar klasöre sınıflandıracak biçimde arşiv yapmaya ayırıyorum. Son zamanlarda bu klasörlerden 3 tanesi iyice şişmeye başladı: “Yargı”, “Yasaklar-Baskılar”, “Yolsuzluk-Rüşvet”.  

Sonuncu konunun iktidarımızın sürekli öykündüğü Osmanlı’yla bire-bir ilgili olduğu, yani bu ecdadımızda yolsuzluğun ve onun siyamlı ikizi rüşvetin ne derece yaygın olduğu malum. Ama bu durum asıl, İslam Ansiklopedisi’nin Mansıb ve Pişkeş maddeleri okununca çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Mansıb’dan başlayalım.  

***

Önce tanımlıyor. “Mansıb: Osmanlı devlet teşkilâtında vakıf görevleri dışındaki memuriyetler için kullanılan terim.” 

Yani bugünkü tabirle, memuriyete tayin’den bahsediyor. Hemen ardından da, “mansıb” ile “pişkeş” arasındaki güçlü (ve resmî) ilişkiye geçiyor:

“Mansıb tevcihlerinden sonra padişah başta olmak üzere bazı yetkililere pîşkeşler sunulması kanunnâmelerde yerini almış bir usuldü. Ancak bu uygulama daha ilerilere götürülerek iyi bir göreve tayin için pîşkeşe ilâveten ayrıca hediyeler takdim edilmesi veya göreve başladıktan sonra kısa sürede azledilmemesi için yetkililere hediyeler gönderilmesi âdet olmuştu.”

Ardından, bugün niye sürekli cami inşa ettiğimizi ve dinî vakıf kurduğumuzu izah edebilecek bir konunun, yani İmam-Hatiplerden seri biçimde mezun edilenlere iş bulma sorununun o zamanki versiyonunu dile getiriyor:  

“Kuruluş dönemlerinde yetişmiş eleman ihtiyacı dolayısıyla değişik mansıblara tayin edilenler görevlerinde uzun süre kalmışlarsa da, XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren medrese ve Enderun’dan yetişenler çoğalınca devlet bu kişileri sınırlı sayıdaki görevlere tayinde zorluklarla karşılaşmıştır. Buna çözüm olarak pâye usulünün uygulamaya konulması, mansıbda kalma sürelerinin bir veya iki yıl ile sınırlandırılması, yeni görevler ihdas edilmesi gibi tedbirler alınmıştır.”

***

İslam Ansiklopedisi’nin “pişkeş” maddesine gelelim. Bu madde de aynen “mansıb” gibi tanımla başlıyor: 

“Sözlükte ‘hediye, armağan’ anlamına gelen Farsça pîşkeş kelimesi terim olarak Osmanlı Devleti’nde padişah başta olmak üzere sadrazam ve diğer devlet adamlarına, şehzadelere alt makamlardan takdim edilen hediyeleri ifade eder.” 

Ardından, pişkeş’in mansıb’la ilişkisine geçiyor:

“XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ıslahat risâlelerinde görevlerin pîşkeş ve câize adı altında alınan rüşvetlerle satıldığından yakınıldığı, hatta başta padişahla sadrazam olmak üzere başdefterdar ve yeniçeri ağası gibi görevlilerin rüşvet almakla suçlandığı görülür.”

Bakın, çok ilginç bir durum: Bilmem bugün yadırgar mısınız ama, padişahın huzuruna çıkabilmek için “ilgililere” pişkeş vermek lazım: “Bilhassa padişahı görme, huzura çıkma gibi durumlarda hediye takdim etme usulü yaygındı.”

Son zamanlarda toplu görevden alma ve toplu tayin uygulamaları okuyoruz. Demek ki o zaman da yapılırmış:

“XVI. yüzyılda rüşvet diye nitelenen ve görev tevcihlerinde alınan pîşkeş ve câizelerin çoğunlukla merkezden istendiği, hatta pîşkeş elde etmek için bir göreve yılda üç dört defa tayin yapıldığı, bazan da pîşkeşi alınarak tayin edilen bir şahsın görevine başlamadan yerine başkasının görevlendirildiği görülmektedir.”

Padişaha kadar yürüyen bu rüşvetler o denli kurumsallaşmış ki, yabancı büyükelçilerden bile isteniyor. Onun da yöntemi dikkatle saptanmış: 

“Hediye ile gelen elçilerin (…) hediyeleri Dîvân-ı Hümâyun’un ardından elçinin arza girişi sırasında sunulurdu. Hediyeler, divan toplantısı devam ederken pîşkeşçi ağa kontrolünde (…) özel olarak hazırlanmış bir yere dizilir ve teşrifatçı tarafından listesi yapılarak pîşkeşçi ağaya verilirdi. Pîşkeşçi ağa vasıtasıyla (…) ulaştırılan bu liste divan toplantısından sonra elçinin arza girişi sırasında padişaha teslim edilirdi.”

Her şey gibi rüşvet yani pişkeş de zamanla evrilmiş: “II. Mahmud’un saltanatında önce III. Selim zamanında belirlenen miktarlara bazı ilâveler yapılmış, daha sonra maaş sistemine geçiş dolayısıyla yapılan yenilikler sırasında birçoğu kaldırılmıştır.”

Madde, bu “birçoğu kaldırılmıştır”la bitiyor. 

Bütün bunlarda, “pişkeşçi ağa” terimine de dikkatinizi çekerim! 

***

Şu anki Türkiyemiz ile ecdadımız Osmanlı arasındaki benzerlikten bahsederken, son zamanlarda Osmanlı simgeleri kullanmanın iktidar çevrelerinde moda oluşu da takılıyor insanın aklına. 

Bunun son örneği, derinsu sondaj gemisi Cobalt Explorer’ın 2021’de G. Kore’den satın alınıp “Sultan Abdülhamid” adıyla yeniden vaftiz edilmesi. 

Neden, çünkü “Ulu Sultan Abdülhamid Han” bugünkü iktidarımıza çok çeşitli açılardan pek “yakın” bir padişah. İç politikadaki başlıca eyleminin yandaş basını, pardon, jurnalciliği icat etmek oluşundan değil sadece. Başlangıcı da çok benziyor: 

Tahta çıkabilmek için AB Uyum Paketleri’nin en önemlilerini yürürlüğe sokmuştu, aman yine mil pardon, 1876’da ilk (ve son) Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasi’yi yürürlüğü sokmuştu. Ertesi yıl da Meclis-i Umumi’yi kurarak Birinci Meşrutiyet’i ilan etmişti. Böylece ülkeyi demokratikleştireceği yolunda (günümüzün moda terimiyle) çok güçlü bir “algı” yaratmıştı. 

Tahta çıktıktan sonra da 1878’de Kanun-ı Esasi’yi askıya alarak Meclis’i kapatmıştı. Muhalifleri sürgüne yollamıştı. Mesela Grup Yorum’un Dersim’e girmesini, Gülşen’in ise sahneye çıkmasını yasaklamıştı. Ay, ben yine iki dönemi karıştırdım! Mesela Vatan Yahut Silistre’yi yazıp oynatan Namık Kemal’i Taif zindanına sürmüştü! 

***

Aslında, II. Abdülhamid’in bugün rol modeli seçilmesi çok normal. Ne olacaktı yani, hangi padişahların ismini sondaj gemisine verecektik ki? 

Avrupa’da “Muhteşem”, Osmanlı’da ise adaleti elden bırakmadığı için ve ayrıca şeriata her zaman kulak asmayan kanunlar yaptığı için “Kanuni” diye anılan Sultan I. Süleyman’ı mı? 

Yeniçeri belasından kurtulmak için Nizam-ı Cedid’i kuran reformcu III. Selim’i mi? 

Ölümünden hemen önce Tanzimat Fermanı’nı hazırlatan II. Mahmud’u mu? 

İmparatorluk’u batmaktan kurtarmak için otuz sekiz yıllık kısa ömrüne Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) gibi iki Batıcı reformu sığdıran Sultan Abdülmecid’i mi?