Hiç şüphesiz uzun süre yapılan iş ve mesleklerin, kişilerin düşünce ve karakteri üzerinde belirgin etkileri vardır. Bu etkileşime genel olarak sosyal çevre etkisi de denilebilir.

O şimdi bir emekli asker. Çocukluğundan beri içinde bir ukte olarak sakladığı yağlı boya ile resim yapma tutkusuna, meslek hayatının son yıllarında kavuşabilmişti. Yaptığı tablolarını, son görev yeri olan Erzurum’da sanatseverlere ve özellikle resim hocalarına gösteriyor, onların eleştirilerini ve tavsiyelerini de alıyordu. Farklı ve usta gözlerin bakış açılarını öğrenmenin, sanata ve sanatçılara yakın ve açık olmanın, sanat ve sosyal düşüncesine önemli katkılar yaptığını da görebiliyordu.

Erzurum’da bulunan sanat fakültelerinden birine yaptığı ilk ziyaretinde, kimi ressam erkek hocaların yaşlarına rağmen, saçlarını başlarının arkasından bağlamaları ve kimisinin de kulaklarındaki küpeleri dikkatini çekmiş ve bu hippi! tipli insanlara karşı ilk intibaı pekte olumlu olmamıştı. Tanışmanın hemen arkasından başlayan sohbetlerde de bu intibaı destekleyecek uçuk kaçık diyaloglar bekliyordu ki, yanıldığını anlaması uzun sürmedi. Adamlar, ciddi konulardan bahsetmişler ve samimiyetle hemen içlerine almışlardı. Bu hippi! tipli insanlar soğuk ve gayri ciddi insanlar hiç değillerdi, bilakis çok cana yakın en önemlisi –içlerinden bu kim? sağcı mı, solcu mu? Alevi mi, sunni mi?, Kürt mü, Türk mü? laik mi, dinci mi? gibi  sorularla yüzünüze uzun uzun bakıp durmamışlardı. Bu asker ya, kesin faşisttir gibi- peşin hükümle kendisini bir kalemde silip atmamışlardı. Bu tür seçkin gruplarla ilk defa bir arada bulunuyordu. Kısa süre içerisinde onların içinde ve bir arada bulunmaktan bir başka huzur hissedebilmiş, bu zamana ve bu yaşına kadar başta bu tip insanlara karşı peşin hükümlü bulunmuş ve onlarla dostluk yapmamış olmasından pişmanlık duymaya başlamış ve bu şekilde geçirdiği yıllarına hayıflanmıştı.

Sohbetin bir yerinde, kulağı küpeli erkek hocalardan birinin, “komutanım askerden sanatçı olur mu? sanat ince ruh estetik ve naiflik ister, oysa asker insan öldürmeye ayarlı bir meslektir…” gibi bir sorusu üzerine. O da, bir cevap olsun diye, işte kendisinin de asker olarak sanatçıların arasında bulunduğunu ve resim sergileri açmaya hazırlandığını ifade etmeye çalışmıştı. Ama bu kulağı küpeli hocanın kendi sorusuna yine kendisinin “bilirsiniz Türk ressam Ahmet Hamdi asker kökenli ve sanat eğitimini Türkiye’de kurumsallaştıran birkaç kişiden birisidir…” diye devam etmesi, asıl kendisinin vermesi gereken cevap gibiydi.

Özellikle bu hadiseden sonra, askerliğin gerçekten insan öldürmeye odaklı bir meslek olup olmadığı, ince ruh ve sevgi yoksunu olup olmadıkları konusu ile Ahmet Hamdi’nin asker kökenli olmasına rağmen Türkiye’de güzel sanatlar eğitimine öncülük yapmış olması, zihnini meşgul etmeye başladı. Atatürk’ün savaş yönetmiş bir asker ve bir başkomutan vasfı ile “savaş mecbur kalınmadıkça cinayettir…” sözü de bunlardan birisiydi. Bu minvalde dinden, inançtan ve tarihten söylenmiş ve yaşanmış olaylar üzerinde uzun uzun düşünüyor, uzun askerlik hayatının kişiliği, sanatçılığı, sanatseverliği ve insan severliği üzerinde bir handikap olup olmayacağı üzerinde kafa yoruyordu.

Askerlik, temelde ve en sade anlamıyla ülkeyi saldırgana karşı korumaya, yani meşru müdafaa yapmaya yönelik bir meslekti, ama her meslekte olduğu gibi askerlerinde amacı dışına çıktığı ve kullanıldığı durumlar elbette olmuştu. Keza, diğer meslek mensupları da öyle değil mi. Yargı, sağlık, idare, maliye, tüccar ve diğerleri, tümünün öznesi olan insan şirazesinden çıkmaya, ahlak ve kişilik kaybolmaya görsün, düzenin nizamın meşruiyetin ahlakın ve adaletin katlini yapan aparatlar haline gelebildikleri vakıalar sayfalarca yer turuyordu.

Emekli olduktan birkaç yıl sonra, Kızılay semtinde bir emekli asker arkadaşıyla karşılaştı. Oturup hasbihal ettiler. Aslında bu ikinci karşılaşmalarıydı. Elbette birçok konuda aynı şeyleri düşünmüyorlardı. Fakat yine birçok önemli konuda tasa ve endişeleri aynıydı. 

Ülkenin sık sık ekonomik, sosyal ve siyasi krizlere maruz kalması, sosyal kutuplaşmalar, devlet kurumlarının kısır alanlarda mesaisini tüketmesi. İktidarlar ve iktidar adayı siyasi partilerin eşitlik, adalet, insan hak ve özgürlükleri gibi temel meselelere şümullü bir bakış açısı getirme yerine, kendi yandaş ve kendilerine oy verecek sosyal kesimlerin hak ve menfaatlerini korumaya endeksli yaklaşımları. Neredeyse ülkenin demokrasi tarihi boyunca, siyasi iktidar ve partilerin iktidar gücüyle, rakip iktidar kurum ve mensuplarını cezalandırıcı rövanşist düşünce ve anlayışlara yönelmeleri bunlardan bazılarıydı.

Ayrıca, ırkçılık, dincilik, mezhepçilik, meşrepçilik, laikçilik temelli yapılanmaların dış dünyaya kapalı anlayış ve tutumları, kendinden olmayanları ötekileştirmeleri hatta karşı kutuplar halinde birbirleriyle kıyasıya mücadeleyi varlıklarının gayesi olarak görmeleri, hayata ait kapsamlı çözüm fikrinden uzakta olmalarını da ülkemize ait önemli problemler olarak saymak gerekirdi. Bu yapıların evrensel değerlere kapalı oluşları, daha güçlü yapılar tarafından çabuk provoke edilmelerine neden oluyordu. En son 15 Temmuz hadisesinde olduğu gibi, aslında ülkemizin tarihi bu tür hadiselerle doludur.

Günümüzde, ortalama bir insan, kendisine gerekli her türlü bilgiyi elde etme ve seçme kolaylığına sahiptir. Bu insan,  İster bilgisi ve eleştirel aklıyla olsun, isterse inanç temelli ilahi mesajların rehberliğinde olsun, çağı yaşamak ve sorgulamak durumundadır. Normalde, öğrenmesi düşünmesi sorgulaması ve muhakeme ederek her bir insan ayrı ve özgün bir kişilik ortaya koyması gerekir iken; Maalesef, düşünce ve davranışlarıyla birbirini taklit etmeyi tercih etmesi ve tepeden dikte edilen anlayışları düşünmeden ve sorgulamadan kabul etmesi bir vakıa olarak ortadadır. Mevzuatın veya kutsallaştırılan kabullerin arkasına saklanan ve bir süre sonra değiştirilemez bir güç, bir tabu haline gelen liderinden alacağı bir taltifi ömrünün gayesi olarak görmesi, dış dünyayla ve kendisiyle ilişkisine öğretilmiş doğruları! tekrar etmekten, olanlara sadece ve neredeyse evet veya hayır demekten ibaret bir tepki vermesi! ne kadar acı bir toplumsal gerçekliğimizi göstermektedir.

Oysa, ülkemiz insanının hiç olmazsa önemli bir kısmı, hiç olmazsa entelektüel! kesimi aklının ve düşüncesinin hakkını verebilmiş olsaydı. Fikirlere ve olaylara eleştirel bakabilseydi. Dünyadaki gelişmelere gözünü ve kulağını açabilseydi ve en önemlisi dünyayla barışık bir geleceği anlamaya ve hayal kurmaya çalışabilseydi. Diğer insanları ötekileştirmenin ve ezmenin kötü bir şey olduğunu, bilakis sevmek ve her türlü hakkı adilce paylaşmak gerektiğinin idrakini ve tutumunu gösterebilseydi, yaşadığımız vatan coğrafyası daha mamur ve güzel olabilirdi. Belki o zaman, “Yetmiş iki milleti bir” gören “ne olursan ol yine gel…”, “yaratılanı severiz yaratandan ötürü…” diyen, moda tabir ile “insan hakları savunucusu” günümüz Hacı Bektaş, Mevlana ve Yunusları yeniden içimizden neşet edebilirdi. Yani tüm insanları eşit ve saygın gören, toplumun içinde, sağında ve solunda, önünde ve arkasında, toplumun bileşkesi ve birleştireni, sağduyusu ve çimentosu olacak, sağlam köşe taşı mesabesinde gönül erleri de içinde barınıyor olabilirdi.

Eskilerin, bu kapsamda söylediği kavram ve tanımlamalar günümüzde hiç kimsenin itiraz edemeyeceği kadar derin ve sağlam inanç, kültür ve köklere sahiptir. Ancak her nedense tarihteki yerinde bir motif, bir folklorik figür olarak dururken, bu değerlerin asli manasına uygun olarak günümüze taşınmasında, hayatımıza tatbik edilmesinde birçok engelle karşılaşılmaktadır. Başta bu anlayışın günümüzde kavramsallaşmış “İnsan Hakları Savunuculuğu”’ isminin toplumsal algısında bile ciddi problemler yaşandığı ortadadır. İnsan hakları mevhumuna karşı, milli ve manevi kutsal kavramlarla en çok ta devlet cenahından karşı çıkılması, aslında devleti bekası adına ciddi bir paradoks teşkil etmektedir. Çünkü milleti, devleti ve her türlü güzel değeri geleceğe taşıyacak olan, dünyayla etkileşimli, araştırmacı, özgürlükçü, soru soran, eleştiren, ezilene ve garibana yardım eden, saygılı, seven, değerlerine bağlı niteliklere sahip insanların varlığıdır.

Kamu otoritesinin emrinde ömrünün en verimli yıllarını geçirdikten sonra emekli olmuş, polis, asker, yargıç, mülki amir, öğretmen, din adamı gibi kişiler veya daha başkaları, köşelerine çekilip pasif bir hayat yaşamak yerine, tarihte, inançta ve gelenekte kaynağı bulunan bize ait değerlerle evrensel değerleri birleştirerek bu insanlık düşüncesine katkı yapamazlar mı? Bu insanlık hayalini, günümüzde yeniden bir kere daha seslendiremezler mi?  Geçmişte Bektaşi, Mevlevi, derviş veya abdal misyonuyla yapılanları, bir “insan hakları savunucusu” olarak günümüzde yapmayı, ülkemiz özelindeki Ö.F. Gergerlioğlu ve sayısı çok az olmakla birlikte daha başka insanların da yaşadığı zorluklara rağmen akıllarından geçiremezler mi? Bundan sonra bu yüce ideale gönül vererek, ömrünün geri kalanını daha anlamlı daha değerli kılamazlar mı? Bu müşterek insanlık ideali tablosunun bir yerinde karınca kararınca bir renk olmayı istemezler mi?

Onlardan birisi, şimdi amatör bir ressam ve emekli bir asker olarak, hayatının bir yerinde biraz geçte olsa, peşin hükümlü olmanın ne kadar yanıltıcı ve kötü bir şey olduğunu –kulağı küpeli hippi! tipli uzun saçlı sanatçı bir şahıstan- anlayabilmişti. Onun vesilesi ile ezelden beri parlayan ve eskilerin üzerinden günümüze vuran sanat ışığının cezbesinin gücünü ve değerini kısmen tatmıştı. Şimdi o sonsuz ışığın çok daha kuvvetli bir başka huzmesi olan insan sevgisine, hiç bir insanın hiçbir şekilde sömürülmemesi gerektiğine, hak ve hukukuna, özgürlüğüne yani insan hakları savunuculuğuna gönlünü açarak “yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” yaklaşımı içerisinde, ışığın merkezine doğru kanat çırpmanın heyecanı ve hazırlığı içerisindeydi.

Ayrıca, olayların nedenleri hakkında aydınlatıcı, farkındalığı artırıcı, bilgi edinme düşünme ve muhakeme etmenin erdemli kişi olma yolunda değerinin kavranması, yaşanan sorunların nedenlerini ve köklü çözümler üretilmesi konularında emek sarf etmeyi, bu misyonun bir parçası olarak görüyordu.

12.09.2021

Haşim EFE