İkinci dünya savaşı sonrasında ulus devletlerin askeri  güvenlik anlayışı, meydan muharebelerinden çok stratejiye bağlı caydırıcılık esasına dayanır hale gelmiştir. Gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda siyasal, kültürel ve ahlaki bağlamda üstünlük anlayışını elden bırakmayan ABD,  İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin belirttiği hegemonya anlayışına göre ortaya çıkabilecek sızıntılarada müsamaha gösterememiştir. 


1980’lerden sonra ABD hegemonyasının dikkatini, ekonomik ve askeri alanda hızla yükseliş gösteren ÇİN çekmiştir. Louis Althusser’in kavramındaki gibi sızıntılardan birisi olan ÇİN’in hedefinde Tek Kuşak Tek Yol projesi eksik olmamıştır. Bu bağlamda ABD, Çin’in Asya kıtasındaki en güçlü müttefikleri olan Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Kore ile ticaret anlaşması gerçekleştirmesine engel olamamıştır.  Washıngton’ın bu ticari anlaşmaya karşılık olarak NATO kapsamında ABD - AB stratejisini izleyeceği de aşikârdır. 


Washington’ın en büyük (ekonomik) korkusu yerkürede bir başka gücün kendi hegemonyasını ele geçirmesi olmalı ki Orta Doğu’daki ilk işi 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin bitimine doğru Irak ve Afganistan’dan büyük oranda Askeri nüfuzunu çekmek olmuştur.


Hegemon Güç ABD, 2008 ve 2014’te Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna üzerindeki baskılarına sessiz kalmıştır.  Teknolojinin gelişmesiyle birlikte Washington'ın dünyanın jandarma rolünü üstlenmesi geride bırakılarak güç dengelerinin değişmesine sebep olacaktır. Örnek olarak Bir Patriot Hava savunma sisteminden oldukça yüksek teknolojide üretilmiş bir S-400 Hava Savunma Sistemlerinin elde bulunan  Güç sahibinin değişmesine sebep olacağı aşikardır. ABD ile zıt kutuplarda yer alan en büyük rakiplerine karşı ikili diyalog kurma anlayışıyla gündeme bomba etkisi yaratacak güdümdedir. Bu tezin örneğini ise Trump dönemindeki Çin ve İran’la yakınlaşmasıyla paralel yönlü olarak değerlendirebiliriz. Önümüzdeki süreçte ABD'nin elinde bulundurduğu hegemonik güç giderek azalacaktır...