Demokrasinin gereği olarak Türkiye, 1946 yılında resmen çok partili hayata geçmiştir. Ancak iktidarda olan Demokrat Parti hükümetine askeri cunta tarafından 27 Mayıs 1960 tarihinde darbe yapılmış ve ülke yönetimine el konulmuştur. Demokrasiye tekrar dönme kararı veren Milli Birlik Komitesi (MBK), 1961 yılında seçimlerin yapılmasını istemiştir. Seçimler neticelendikten sonra yeniden açılan meclis, 12 Mart 1971 tarihine kadar çalışmıştır. 1971 yılında ise bu kez Demokrat Parti’nin devamı olarak kabul edilen Adalet Partisi’ne muhtıra veren askerler, dolaylı yoldan hükümete darbe yapmış ve demokrasi bir kez daha yara almıştır. İlginç olan şey 11 yılın ardından Başbakan Süleyman Demirel de tıpkı Başbakan Adnan Menderes’in akıbetini yaşamış yani görevinden el çektirilmiştir. Ancak darbe, halkta kaygıya neden olmuş ve bu durum demokratik kazanımların yok olacağı endişesini de beraberinde getirmiştir. 1960 ve 1971 yıllarında yaşanan askeri darbeler neticesinde hem toplum parçalanarak hiziplere ayrılmış hem de siyaset radikalleşerek daha keskin bir hal almıştır.

Yaşanan darbeler neticesinde toplum olumsuz etkilenmiş ve bu durum halkta pek çok kırılmayı da beraberinde getirmiştir. Zürcher’in “İkinci Türkiye Cumhuriyeti” olarak adlandırdığı 1960-1980 yılları arasındaki dönemde ülke, üç darbe görmüştür. Bu darbelerin elbette topluma psikolojik, sosyolojik, ekonomik, kültürel ve politik anlamda pek çok olumsuz yansımaları olmuştur. 1960 darbesinde, halkın iradesinin yok sayılması nedeniyle toplumsal kopuş meydana gelmiştir. Böylece halk, kendi iradesinin tanınmadığını ya da yok sayıldığını düşünmüştür. Bu durum da halkın askerlere olan bakış açısını değiştirmiştir. Askerlere tanınan ayrıcalıklar sebebiyle halkın askerlere olan güveni azalmış ve halk içerisinde toplumsal ayrışma baş göstermiştir. Aynı zamanda 1960 darbesinden sonra Demokrat Parti kapatılmış ve bazı ideolojik fikirlere göre çeşitli siyasi partiler kurulmuştur.

1961 yılında Adalet Partisi (AP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve sosyalizmin savunucusu olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuştur. Askeri vesayet, yeni kurulacak hükümetin kendi güdümüne girerek siyaset yapmasını istemiş ve mecbur bırakmıştır. 1968 yılında Ülkü Ocakları, 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç), 1970 yılında Milli Nizam Partisi (MNP) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) gibi çeşitli siyasi parti ve ideolojik yapı kurulmuştur. İlk kez 1952 yılında Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk-İş) kurulmasından sonra 1967 yılında Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve 1976 yılında ise Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) kurulmuştur.

Türkiye’de Türk Komünist Partisi (TKP) yasaklandığı için sosyalizmi savunan aşırı solcuların birçok ismi TİP’de buluşmuştur. Sırf 1965 yılındaki seçimlerde Türkiye İşçi Partisi mecliste 14 milletvekili kazanmış ve bu nedenle hükümet, “milli bakiye sistemi”ni kaldırmıştır. Bunun amacı TİP’in meclise girmesini önlemekti. Ancak buna rağmen TİP, yapılan bir sonraki seçimlerde 2 milletvekili kazanmıştır. TİP’in önderlerinden Mehmet Ali Aybar, mecliste yaptığı açıklamada “Bu yasanın geçmesi halinde ülkedeki huzursuzluk başka düzeye yükselecektir. Aksi halde demokrasinin başına geleceklerden siz sorumlu olacaksınız” diyerek hükümeti tehdit etmiş ve bu tasarının derhal geri çekilmesini istemiştir. Fakat bu yasa teklifi mecliste kabul edilerek kanunlaşmıştır. Sol kesimi seçim yasasıyla alt ettiğini düşünen hükümet, bununla yetinmeyerek DİSK’e karşı kendi yandaşı olan Türk-İş lehine yeni bir yasa teklifini gündeme getirmiştir. Amaç, DİSK’in varlığına son vermektir.

Bu yasa çalışması, hükümet karşıtı işçilerde rahatsızlık uyandırmış ve 15-16 Haziran 1970 tarihinde İstanbul’da geniş çaplı bir eylemin başlamasına neden olmuştur. Ayrıca 1970 yılının yaz aylarında askeriyede birçok general ve albayın emekli edileceği haberi gündeme gelmiş ve komutanlar bu durumdan rahatsızlık duymuşlardır. Bunun yanı sıra 1971 yılında üniversitelerin işlevselliğini kaybetmesi, üniversite öğrencilerinin banka soyması, ABD’li görevlilerin kaçırılması, Amerikan hedeflerine saldırı yapılması, akademisyenlerin evlerine bomba atılması, fabrikaların grevde olması ve Milli Nizam Partisi’nin Atatürk’ü hedef aldığı iddiası komutanların rahatsızlığını daha da artırmıştır. Aynı zamanda 1971 darbesinden önce siyasi partiler ve parti liderleri arasında yaşanan çekişmeler topluma sirayet etmiş, kutuplaşma daha da derinleşmiştir.

Sıkıyönetimin yaşanmasıyla birlikte hayat durma noktasına gelmiştir. Gençlik örgütleri kapatılmış, meslek örgütleri ve sendikaların tüm faaliyetleri yasaklanmıştır. Bazı gazetelerin yayını durdurulmuş ve bazı yayınların da satışı yasaklanmıştır. TİP eski milletvekili Çetin Altan ve radikal Kemalist İlhan Selçuk gözaltına alınmış ve sol yayın yasaklanmıştır. İstanbul’daki İsrail Konsolosu Efraim Elrom’un kaçırılması sebebiyle hükümet, “sol gruplar” üzerindeki baskıyı daha da artırmış ve hatta Elrom’un öldürülmesi halinde idam cezasının getirileceğini söyleyerek milislere gözdağı vermiştir. Alınan sıkı tedbirlere rağmen İsrail Konsolosu Efraim Elrom öldürülmüştür. Bunun sonucunda toplumun sol diye bildiği kesimlerine baskılar kurulmuş, gözaltılar yapılmış ve bazı isimler tutuklanmıştır. Hatta dönemin Başbakanı Nihat Erim’in tanıdığı bazı akademisyenler ve Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi toplumun önde gelen yazarları bile tutuklanmıştır.

Siyasi mahkûmların direncini kırmak için gözaltında bulunan kişilere işkence yapılmış ve böylelikle radikal siyaset yapan bu kişilerin siyasetten uzaklaştırılması kısmen de olsa sağlanmıştır. Yine o dönem kurulan işçi sendikaları, sığ ideolojik fikre göre hareket ettiği için bu durum sokak olaylarını tetiklemiştir. O dönem bazı radikal siyasi partilerin, ideolojik kuruluşların ve sendikaların amacı, özellikle kendi ideolojisini halka tanıtmak ve empoze etmek olduğu için bu amaca yönelik her türlü faaliyet yürütülmüştür. Bu nedenle üniversiteler, okullar ve sokaklar gibi yerlerde siyasi partilerin, ideolojik kuruluşların ve sendikaların fikirleri için kavgalar yapılmış ve hatta silahlı çatışmalara girmekten çekinmeyen insanlar birbirlerini infaz etmiştir. Toplumda ırka ve mezhebe dayalı söylemler ortaya çıkmış ve ayrımcı bu ifadeler nedeniyle toplumsal kutuplaşma hiç olmadık bir biçimde artarak devam etmiştir.

Sonuç olarak ülkemizde yaşanan 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasından dolayı halkta ve siyasette bir takım kırılmalar meydana gelmiştir. Bu kırılmalar neticesinde siyasetçilerin söylemlerinde sert bir dil kullanması ve hükümetin ise sert uygulamalarda bulunması nedeniyle halk, ideolojik kamplara ayrılmıştır. Ülkede sürekli olarak ya hükümet ya da bakanlar değiştiği için siyasi ve ekonomik istikrar bir türlü sağlanamamıştır. Halk daha da fakirleşmiş, ülke siyasi ve ekonomik anlamda oldukça geriye gitmiştir. Her 10 yılda bir ülkede yaşanan darbeler nedeniyle halkın askere olan güveni azalmış ve siyasilerin ise darbe olacağı endişesiyle cesur kararlar alamamalarına yol açmıştır. Ayrıca siyasette yaşanan fikir ayrılıkları nedeniyle üniversitelerde, sendikalarda ve liselerde birtakım hareketlilikler meydana gelmiş ve hatta yaşanan olumsuzluklar da sokak olaylarını tetiklemiştir. Ülkede demokrasiyi ayağa kaldırma bahanesiyle yapılan her türlü askeri müdahale, siyasi ve askeri istikrarsızlığa neden olmuştur. Toplum, sistematik bir şekilde ayrıştırılarak ülkede silahlar çekilmiş ve kan akıtılan bir dönemece girilmiştir. Tüm bu yaşanan olumsuzluklar ise 12 Eylül 1980 askeri darbesine zemin hazırlamıştır.

Enes CÖMERT