Rejim değişikliği, bir yönetim sisteminin yerine başka bir yönetim sisteminin zorla ya da halkın isteğiyle getirilmesidir. Rejim değişikliğini bir süreç olarak algılamak en doğru olanıdır. Rejim değişikliği ile birlikte iktidara gelen hükümet, idarenin ve bürokrasinin tamamını veya bir kısmını yönetebilme gücüne sahip olur. Ayrıca rejim değişikliği ile hükümetler; devrim, darbe, başarısız devlet yönetimi, iç savaş gibi yöntemlerin yanı sıra demokratik yöntemlerle de yeniden inşa edilebilmektedir. Yabancı aktörler tarafından işgal, açık veya gizli müdahale ve zorlayıcı diplomasi yoluyla da rejim değişikliği bir ülkeye dayatılabilir. Rejim değişikliği ile beraber bir hükümetin yerine başka bir hükümet getirilerek yeni kurumlar inşa edilebilir, yıpranan eski kurumların restorasyonu yapılabilir ve yeni ideolojiler teşvik edilebilir. 1990’dan sonra rejim değişikliğine şimdiki adıyla Rusya Federasyonu, yıkılmadan önceki adıyla da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) örnek olarak gösterilebilir.

SSCB’nin temeli 1917 yılında Bolşevik İhtilalı ile atılmış ve 30 Aralık 1922 tarihinde 15 devletin (Rusya, Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Estonya, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Letonya, Litvanya, Moldova, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna ve Özbekistan) Sovyetler Birliği Kuruluş Antlaşması’nı imzalamasıyla resmiyet kazanmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası dünya ülkeleri, Doğu Bloku ve Batı Bloku olmak üzere ikiye bölünmüştür. Bu dönemde dünya politikalarına SSCB ve ABD yön vermiştir. SSCB’nin etkisi altında olan Sosyalist Blok ülkelerinde daha fazla özgürlük ve bağımsızlık isteğiyle toplumsal ayaklanmalar başlamıştır. Doğu Bloku’nu sarsan ilk önemli gelişme, 1975 yılında 35 ülkenin imzaladığı Helsinki Nihai Senedi Antlaşması olmuştur. Bu antlaşma, doğu ve batı ilişkilerinde yeni bir yumuşama ve yakınlık sürecini getirmekle birlikte Doğu Avrupa’da da milliyetçi düşünceyi güçlendirmiştir. Sovyetler döneminde Gorbaçov, problemlerin baş göstermesiyle birlikte yıllar öncesinden çeşitli tedbirler alma yoluna gitmiştir.

Soğuk savaşın taraflarından biri olan Doğu Bloku, 1980’lerden sonra büyük bir değişimin içine girmiştir. Özellikle SSCB, mevcut sistemin işlememesi ve her ne kadar ekonomik kriz yaşansa da bütün kaynaklarını nükleer silahlanmaya harcayarak dünyadaki güçlü konumunu sürdürmek istemiştir. Fakat SSCB’nin dağılması, 1985 yılında Mihail Gorbaçov’un başa geçmesi ve Sovyetlerin mevcut yönetim anlayışını değiştirmeye başlamasıyla gerçekleşmiştir. Gorbaçov’un nihai amacı, siyasal iktidarı ve devletin yapısını değiştirmek olmuştur. Böylelikle Gorbaçov, fikriyatını icraata dökerek merkeziyetçiliği ortadan kaldırmak için “yeniden yapılandırma” yoluna gitmiş ve “açıklık politikası” uygulamıştır. Bu sayede; kamuda verimlilik artacak, ekonomik ve toplumsal ilerleme sağlanacak ve idari yapıda yenilenme gerçekleşecekti. O dönem Gorbaçov’un uygulamak istediği bazı politikalar bulunmaktadır.

Bu politikalar; komünist iktidarın tepki çeken baskıcılığını demokratik uygulamalarla halk egemenliğine yaklaştırmak, ekonomik yapıda radikal değişikliklerle ülke ekonomisini canlandırmak, Sosyalist Blok içindeki toplumsal olayları yatıştırmak ve ülke ekonomisini ABD ile rekabet edebilecek hale getirmektir. Gorbaçov döneminde “Halk Temsilcileri Kongresi” kurularak ilk kez halk, devlet yönetimine doğrudan katılmış ve 1988 yılında ise “Sosyalist Teşebbüs Kanunu” ile işletmelerin yöneticilerine geniş yetkiler tanınmıştır. Gorbaçov, bu uygulamayla kapitalist sistemin üretimde başarıyı sağlayan yöntemlerini sosyalist sistemde de uygulamak istemiştir. Gorbaçov, “Her ulus istediği kalkınma yolunu seçme, kendi kaderini tayin etme, topraklarını ve insan kaynaklarını istediği gibi kullanma hakkına sahiptir” açıklaması yaptığı için Doğu Avrupa’daki komünist ülkelerde halk hareketleri başlamıştır.

İnsan hak ve hürriyetlerini kazanmak amacıyla başlayan bu halk hareketleri, zamanla Sosyalist Blok’un temellerini sarsarak bağımsızlık hareketine dönüşmüştür. Halk hareketleri, doğrudan kendi ülkelerindeki sosyalist yöneticileri tasfiye etme biçiminde olmuştur. SSCB’ye bağlı bulunan Letonya, Estonya ve Litvanya’da bağımsızlık hareketlerinin başlamasıyla Gorbaçov, “Egemen Devletler Birliği Antlaşması” fikrini ortaya atmıştır. Ayrıca SSCB içindeki en büyük Rusya Federasyonu lideri Boris Yeltsin de 1990 yılında bağımsızlığını ilan ederken, aynı yıllarda pek çok cumhuriyet de bağımsızlığını ilan etmiştir. SSCB’nin dağılmasını istemeyen Gorbaçov ise bağımsızlık ilanlarına tepki göstermiştir. Tüm çabalara rağmen Macaristan ve Polonya Marksizm’den vazgeçmiş, her iki ülkedeki Komünist Partisi de adlarını değiştirmiştir.

Macaristan’daki partinin adı Macaristan Sosyalist Partisi olurken, Polonya’daki partinin adı da Sosyal Demokrasi Partisi olmuştur. Bulgaristan, 15 Ocak 1990 tarihinde Komünist Partisi’nin tekelci anlayışını reddetmiş ve bu maddeyi anayasadan çıkartmıştır. Mayıs 1990’da Romanya, demokratik ve özgür bir seçim yapmıştır. Doğu Almanya ile Batı Almanya birleşmiştir. Aralık 1990’da Arnavutluk’ta siyasi partilerin kurulmasına izin verilmiştir. Çekoslovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ermenistan ise SSCB’ye bağlı kalarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin, Mart 1991’de Gorbaçov’un istifasını istemiş ve SSCB’de dağılma süreci hızlanmıştır. Bu sırada Gürcistan da bağımsızlığını ilan etmiştir. Görevini bırakmayan Gorbaçov, 16 Ağustos 1991 tarihinde radikal komünistler tarafından askeri bir darbeyle indirilmeye çalışılmıştır.

Fakat halk ile birlikte Boris Yeltsin, darbeye direnmiş ve darbe başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Böylece Boris Yeltsin, halkın gözünde bir kahraman olmuştur. Karışıklıklardan faydalanan SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerin neredeyse tamamına yakını bağımsızlıklarını ilan etmiştir. 19 Ağustos 1991 tarihinde Kremlin Sarayı’na 1917 İhtilalı öncesindeki haliyle Rus bayrağı çekilmiştir. Gorbaçov, Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ni bırakarak sadece devlet başkanlığı görevini sürdüreceğini açıklamıştır. 24 Ağustos’ta Ukrayna, 25 Ağustos’ta Beyaz Rusya bağımsızlığını ilan etmiş ve 29 Ağustos’ta ise Sovyet Komünist Partisi resmen kaldırılmıştır. Devlet başkanlığı görevini bir süre daha sürdüren Mihail Gorbaçov, 25 Aralık 1991 tarihinde görevinden istifa etmesi üzerine yerine Boris Yeltsin geçmiştir.

Sonuç olarak “Milletler Hapishanesi” şeklinde adlandırılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde ulus sorunu çözüme kavuşturulamamış, bu da SSCB’nin parçalanmasına ve dağılmasına neden olmuştur. 70 yıl gibi uzun bir dönemde uygulanan sosyalizm, ideolojik başarısızlığa neden olmuş, ülke yönetimi zayıflamış ve halklarda hem milli hem de dini nedenlerden dolayı özgürlük talepleri artmıştır. İlk kurulduğu günden itibaren siyasal rejim olarak SSCB’de totaliter bir yapının temelleri atılmış ve yıkıldığı güne kadar da bu sistem uygulanmıştır. Fakat 1980 yılından sonra totaliter yapısından taviz veren SSCB, daha liberal bir sosyalist ideolojiye dönüş yapmıştır. Hatta özellikle Gorbaçov döneminde, sosyalizmin içinde kapitalist bir düzen kurulmaya çalışılmıştır. Ancak SSCB’nin dağılmasına yönelik tüm çabalar yeterli olmamış hatta yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. Bireyselciliğe önem vermediği için tek tip insan oluşturma gayreti içinde olan SSCB’de, milli haklar zedelenmiş, sosyo-ekonomik sorunlar iyileştirilememiş, dünya piyasa ekonomisine ayak uydurulamadığı için halk yoksullaşmış ve ekonomik kriz daha da derinleşmiştir. Merkezde oluşan siyasi ve ekonomik kriz ile birlikte Gorbaçov reformlarının başarısızlığı, bölgesel etnik çatışmaları daha da artırmıştır. SSCB’nin dağılmasının nedenlerini; ekonomik problemler, askeri sorunlar ve kaynak sorunu, ideoloji sorunu ve milliyetçilik sorunu şeklinde özetlemek mümkündür.

Not: Bu yazıyı, günümüzde Rusya’nın Ukrayna’yı uluslararası hukuka aykırı bir biçimde işgal etmesinden dolayı geçmişte yaşanan olaylar perspektifinden değerlendirmek daha doğru olacaktır. Çünkü Putin, SSCB’yi yeniden kurmak değil Bolşevik İhtilali’nden önceki Çarlık Rusya’yı yeniden kurmak düşüncesiyle hareket etmektedir. Geçen ay katıldığı bir toplantıda Lenin’in politikalarını eleştiren Putin, Lenin’i Rusya’nın altına atom bombası koymakla suçlamıştır. Bu sözlerin yansımasını siyasi ve askeri açıdan bugün ve daha önceki yaşanan gelişmeler ışığında (Ukrayna’da, Gürcistan’da, Dağlık Karabağ’da (Azerbaycan), Ermenistan’da ve Orta Asya’daki Türkî Devletlerde) değerlendirmek gerekir.

Enes CÖMERT