Doç. Dr. Ahmet GÖKGÖZ

Shantaram. Avusturalya’da 19 yıl hapse mahkûm olduktan sonra hapishaneden kaçıp Hindistan’ın Bombay şehrine yerleşen Gregory David Roberts’in otobiyografik romanı. Yaklaşık 900 sayfalık bir roman. Avusturalya’daki ismi Lin nam-ı diğer Linbaba olan romanın kahramanı, Bombay’a gelince misafir kaldığı Hintli bir köylü ailenin evinde “Tanrı’nın Huzur Bahşettiği” anlamında “Shantaram” ismini alıyor. Romanın içinde aşk, kader, yapılan seçimler, felsefe, mafya hayatına dair farklı yelpazelerde bir sürü ayrıntı akıcı bir şekilde yer almakta. Hindistan’a dair tanıtıcı ve merak uyandırıcı bir sürü ayrıntıya yer verilmiş kitapta. İki yıl önce romanı elime aldığımda kapağında yer alan “Kader seni güldürmüyorsa espriye anlayamadın demektir” sözü kitaba doğru çekici bir güç oluşturmuştu bende. Bir solukta okuduğum kitabı bitirdiğimde zihnimde canlanan ilk düşünce, bir gün Hindistan’a yolumu düşürmeliyim oldu.

Romanda Hindistan yaşamına dair bir sürü ayrıntıyı bulmak mümkün. Bu ayrıntıların içinde aklımda kalan ve daha önce başka kaynakta karşılaşmadığım bir tapınaktan bahsediliyor. Tapınağın ismi; Ayakta Duran Adamlar Tapınağı. Zamanında esrar kullanmış ve ticaretini yapmış, daha sonra vicdanının sesinden rahatsız olarak bu kötü işi bırakmış insanların bulunduğu bir tapınak burası. Bu tapınakta insanlar yaptıkları kötülüklerden dolayı kendilerini cezalandırma yoluna gidiyorlar. Ve yemin ediyorlar hayatlarının sonuna kadar ayakta duracaklarına. Bir ipe dayanarak hayatlarının sonuna kadar ayakta durmaya başlıyorlar. Önce ayakları kan toplayıp şişiyor. Sonra kuruyarak ince bir dal gibi kalıyor ayakları. Bu insanlar hayatlarını bu tapınakta ayakta tamamlayarak kendilerini cezalandırmış ve vicdanlarının sesini dindirmiş oluyorlar.

Vicdan'ın sesi sessiz de olsa, demek ki çok kuvvetli. İnsan vicdanın yargılaması karşısında demek ki bir hayattan vazgeçebiliyor. Vicdan; insanı doğruyu veya iyiyi yapması konusunda muhasebeye zorlayan içsel bir güç sanırım. Canlılar arasında vicdana sahip tek varlık insan. Çünkü yaptıklarından ve yapmadıklarından sorumlu olan tek canlı insan. Sorumlu olmak muhasebeyi gerektirir. Muhasebede hassas olmak da vicdanı gerektirir. Vicdan hayatın her aşamasında ama zayıf ama güçlü kendisini duyuran bir iç ses.

Vicdan'ın yarısı adalettir diğer yarısı da merhamettir. Adaletini yitirmiş bir insan vicdanının yarısını, merhametini yitirmiş bir insan da diğer yarısını kaybeder. Adaletini ve merhametini yitirmiş bir insandan da her türlü kötülük beklenir. Onun için dünyanın daha yaşanılır bir yer olması, insanlığın zulüm ve haksızlıklardan uzak huzurlu bir yaşam sürebilmesi ancak vicdanlı insanlarla mümkündür. Vicdanlı insan; haksızlık yapamaz, başkasına zarar veremez, kimsenin canını incitemez, tüm canlıların yaşam hakkına saygı duyar.

2014’ün Eylül’ünde Japonya’ya bir konferans için gitmiştim. Hem konferans ve hem de gezme amaçlı sekiz gün kaldım Japonya’da. Bir gün üç akademisyen arkadaş Tokyo'da döviz bozdurmak için bir döviz bürosuna girdik. Döviz bürosunda sıramatikten sıra almak gerekiyormuş. Biz fark edemedik. Bir kenarda beklemeye başladık. Bu sırada bir Japon hanımefendi geldi ve aramızdan geçerek sıramatikten sıra alıp arkaya geçti ve beklemeye başladı. Biz de sıramatikten sıra alınması gerektiğini anladık ve gittik sıra aldık. Bunu gören hanımefendi arkadan geldi ve kendi elindeki sırayı bize verdi, bizim sırayı aldı. Önce siz geldiniz. Bu sıra sizin hakkınızdı dedi. Alışkın olmadığımız bir olay olduğu için çok şaşırdık. Bu davranış biçimi vicdanlı bir insanın davranışıydı işte. Vicdanlı insan başkasının hakkını yiyemez. Bilim ve teknolojide dünyanın ilk sıralarında yer alan Japonya, halkının erdemli davranışları ile de bizi kendisine hayran bırakmıştı.

Vicdan kalbidir, bilim aklidir. Akıl bilim ile gıdalanır. Kalp ise vicdanının sesine ses katacak değerler ile gıdalanır. Vicdanlı bir kalp ve bilimle dolu bir aklın imtizacı ile hakikat tecelli eder. Onun için insanın sadece aklını doyurmaya ihtiyacı yok, aynı zamanda kalbini de doyurmaya ihtiyacı vardır. Bir toplumda bireylerin aileden başlayarak öğrenim hayatının sonuna kadar, evrensel insani değerleri kazandırmaya yönelik bir amaç güdülmelidir. Gelecek kuşaklarda barışın ve huzurun sağlanması için buna ihtiyaç var.

Gelecekte eşini sokak ortasında öldürmeyen, bir banka sırasında birinin önüne geçmeyen, sokakta bir köpeğe zarar vermeyen, yolda bir kadını taciz etmeyen vicdanlı nesillere ihtiyaç var. Burada da en büyük görev yetişkinlere düşüyor. Anthony Burgess’in Otomatik Portakal romanında dediği gibi; “Yetişkinlerin savaştığı, bombalar attığı, birbirini kesip doğradığı, acımasızlığın kol gezdiği bir dünyada gençlerin yurtsever, dine bağlı, uslu, terbiyeli olmaları söz konusu değildir.” Armut dibine düşer diye bir tabir var. Yetişkinler ne ise arkadan gelen gençlik de o olacaktır. Aileler çocuklarının üniversite sınavına hazırlanmalarında gösterdiği hassasiyet kadar iyi insan, vicdanlı insan olmaları konusunda da gereken hassasiyeti gösterdiğinde yarınlara dair umutlu konuşmalar yapabileceğiz. Hoşça kalın dostlar…