“Dindar-Muhafazakârların İktidarla Sınavı (5)” yazımızın ana önermesi olan “Tarihsel okumaların, dinci-siyasal, (din-si), elitlerin, yönetim tarzlarının ve barbarizme varan eylemlerinin, Kur’an’ı değil de başka kitapları referans almış olmaları gerektiği” düşüncesi üzerindeki irdelemelerimize devam ediyoruz.

Hazreti Peygamberin vefatı sonrasında, onun Ehli Beytinden olarak isimlendirdiği; Hazreti Ali, Hasan ve Hüseyin hazretlerinin şehit edilmelerinin ardından gelen Emevi iktidarları ve saltanatı ile birlikte, Hazreti peygamberin getirdiği, “insana değer veren, onların hak ve hürriyetlerine karşı saygılı, adil, yönetime katılımcı, sosyal adaletçi ve sosyal bölüşümcü” olan İslam’ın mesajı ve uygulamalarının “karşı bir devrime” uğratılarak, radikal bir dönüşüm geçirdiği söylenebilir. Çünkü, Emevi iktidarı ve sonrasında İslam dünyasında, İslam adına yaşanan gelişmelerin İslam’ın lafzı ve ruhu ile fazlaca alakasının kalmadığı ortadadır. Belirtilen bağlamda, Emevi iktidarı ile birlikte siyasal İslamcıların uygulamaları “İslami” olmaktan daha çok, putperest Roma’nın, Mecusi Perslerin/Sasani İmparatorlarının yönetim anlayışlarının kopyalayıp “İslami Yönetim” maskesi ile topluma dayatılmasına dönüşmüştür. Böylece, kabileciliğe, ırkçılığa, tek adam rejimlerine karşı olan İslam anlayışı; Din-si elitlerin yöneticilerini, ailelerini, soylarını, yönetim anlayışlarını, keyfi kararlarını “ilahi”leştirme, İslamileştirme(!) fırsatı elde edilmiştir.

Siyasal İslam’ın, “İslami” olarak gösterip dayattığı, babadan oğula saltanat/hilafet anlayışının nerelerden devşirilmiş olabileceğine bakıldığında, çok da uzağa gitmeye gerek kalmaz. Çünkü Mezopotamya, Asur, Babil ve Sümer inançlarında, Kral olmak için belirli bir soydan gelmek ön koşul olarak yeterlidir. Krallık, gökten inmiştir ve kutsaldır. Kral daha doğmadan önce, tanrılar, onun yazgısını “hükümdarlık” olarak belirlemiştir. Tanrı(!) tarafından seçilen hükümdar, doğuştan gelen hükümdarlık yetkisi ile yanılmaz(!), hatasız(!) ve masum(!) olma özelliklerine de sahip olur. 

Oysa ki Kur’an krala/sultana değil; “Allah'a ve Resulüne itaati” önceler. Böylece, keyfi karar, yanılma veya hakkında ihtilafa düşülen meselelerde “Allah'a ve Resulüne” müracaat etmeyi, yani hukukun üstünlüğünü emreder ki böylece yöneticilerden, yönetilenlerin haklarına tecavüz, Allah'ın hükümlerini çiğneme anlamına gelebilecek bir emir vermeleri durumunda, topluma, onlara itaat yükümlülüğünü de kaldırır.

Özetle; Kur’an’ın emrettiği yönetim anlayışı ile siyasal İslam’ın dayattığı yönetim anlayışları karşılaştırıldığında, siyasal İslamcıların referanslarının Kur’an olmaktan daha ziyade, zulüm ve zalimlikleri ile meşhur olmuş, içlerinden, Nemrutlar, Firavunlar, Sezarlar, Kisralar çıkarmış kültürler oldukları aşikardır.

Belirtilen konuda veya ilgi duydukları diğer konularda, okuyucularımızın her türlü katkı, öneri ve değerlendirmelerini bekleriz.

Doç. Dr. Bayram Erzurumluoğlu