Dindar-muhafazakârların, “iktidar” gücünü elde etmeden önceki eylem ve söylemleri ile iktidar gücünü elde ettikten sonraki eylem ve söylemleri arasındaki paradoksal çelişkilerin iç yüzünü araştırma hususundaki, tarihsel seyahatimize Bağdat’ın, Hülagû Han tarafından fethi ve Abbasi Hilafetine son vermesi noktasında, geçen haftadan, kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Yazımızın, bu noktasında, tarihteki veya günümüzdeki önemli veya büyük hiçbir başarının tesadüf olmadığı veya olamayacağı notunu düşerek başlamak isteriz. Belirtilen bağlamda hem Cengiz Han’ın hem de Hülagu Han’ın rakipleri/düşmanları karşında elde ettikleri büyük başarılarının da tesadüf olmadığını belirtmek gerekmektedir. Çünkü, dünya tarihinde, gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğu kuranların başarılarını, sadece, Moğol vahşeti ve barbarizminin organize gücünün bir tezahürü olarak görmek, onların başarılarının arkasındaki, esas, akıl, bilim, teknoloji, organizasyon ve teşkilatlandırmayı görememek anlamına gelecektir ki böylesine bir yaklaşım çok büyük bir naiflik olacaktır.

Öncelikle hem Cengiz Cengiz Han hem de torunu Hülagû Han’ın, kendi devirlerinin en yüksek akıl, bilim, teknoloji, lojistik, haberleşme, iletişim, teşkilat, istihbarat, propaganda ve savaş taktiklerini kullanabilen liderler olduklarını belirtmek gerekmektedir. Çünkü yaptıkları her işte daima akıl, bilim, ehliyet, liyakat ve marifete çok önem vererek başarılı oldular. Zira onlar, yönetimlerinde ve tüm savaşlarında daima en bilge kişileri, en iyi mühendisleri, sanatkarları ve teknolojileri kullanmayı bildiler. Mesela, devlet yönetimlerinde, kendi devirlerindeki devlet idarelerinin hemen hemen tamamında geçerli bir yönetim sistemi olan, “aristokrasi”, yani seçkinler-asillerce, devlet-toplum yönetimi yaklaşımını değil; “meritokrasi”, yani vazife vermede bilgi, yetenek, ehliyet ve liyakatle birlikte sadakat ilkelerine önem veren bir yönetim anlayışını tam olarak benimsediler. Ayrıca, halkları veya askerleri ihtiyaç/fakirlik içerisinde iken kendileri için servet biriktirmeyi hiç tercih etmediler. Savaşta elde ettikleri ganimetlerin aslan payını kendilerine ayırmak yerine, yanlarındakilere/savaşçılarına adil bir şekilde paylaştırarak, mümkün olduğunca eşitlikçi ve adil paylaşımcı bir yönetim sergilediler. Bu davranışları ile kendileri için çalışan veya savaşanların tam güvenini kazandılar.

Yukarıda bahsedilen konular bağlamında, Cengiz Han ve torunlarının fethettikleri yerlerdeki bilim adamları, mühendisler ve sanatkarları öldürmek yerine, kendi idarelerine kattıklarını da hatırlatmak gerekmektedir. Mesela, Hülagû Han, o güne kadar hiç kimsenin fethedemediği, Haşhaşilerin merkezi, Alamut kalesini ele geçirmede, ordularına katılan diğer milletlerden asker ve zanaatkarlar yanında, Çinli bilim adamları ve mühendislerin tünel kazma ve patlayıcı kullanma hususundaki maharetleri çok etkili olmuştur. Çünkü o güne kadar, kaleleri fethetmekte kullanılan, savaş kuleleri, filler, mancınıklar vs. Alamut kalesini ele geçirmede çok işe yaramamıştır, zira, Alamut kalesi o türeden savaş araçlarının kullanılmasına pek de elverişli olmayan bir dağın tepesinde inşa edildiğinden, etkili olarak kullanılamamışlardır.

Belirtilen bilgiler ışığında Hülagu Han ve son Abbasi Halifesi Mustasım arasında geçen olayların ve Hülagû Han’ın fethetmek için geldiği Ortadoğu coğrafyasındaki diğer devlet liderlerine, kendisi ile savaşmadan teslim olmalarını talep eden mektupların içeriğini anlamak çok daha kolay olabilecektir.

Bağdat Hülagû Han tarafından fethedildiğinde, son Abbasi Halifesi, Mustasım yakalanıp öldürülmeden önce Hülagû’nun Halife’ye sorduğu iki soruya Halife cevap verememiştir.

Soru 1) Neden yiyemeyeceğin şeyleri (altınları) halkından/askerlerinden saklamak yerine, onlara dağıtıp şehrin/ülken için savaşmalarını sağlamadın?

Soru 2) Şehrini savunmaya yetecek kadar metal hammaddelere sahip olduğun halde neden bunlardan silah yaptırarak düşmanlarınla/bizimle savaşmadın?

Halifenin bu sorulara verecek cevabı yoktur ve de bu sebeple cevap da verememiştir.

Müslüman idarecilerin ve Halifenin bu tuhaf durumunu, Hülagû, Ortadoğu coğrafyasındaki diğer devlet liderlerine, kendisi ile savaşmadan teslim olmalarını talep eden mektuplarda açıklar. O mektuplardan birisini yazımızın devamında vereceğiz. Ancak, Hülagû’nun, Halife Mustasım’ı öldürülme yöntemi ile ilgili ünlü seyyah Marco Polo tarafından aktarılan anlatım oldukça manidar olduğundan önce onu aktarmak istiyoruz.

Her ne kadar başka kaynaklar Mustasım’ın bir halıya/keçeye sarılarak Moğol atlarının ayakları altında ezilerek öldürüldüğünü aktarsa da Marco Polo, Mustasım’ın Hülagû Han tarafından, kendi sarayının hazine odasına kapatılarak, ona ekmek ve su vermek yerine; “Halkını/ülkesini savunmak için harcamak yerine, biriktirmeye çok heveskâr olduğu hazinelerini/altınlarını yemesini” istendiğini; böylece de Halifenin açlıktan ve susuzluktan öldürüldüğünü yazar. Marco Polo’nun bu anlatımı, halklarını soyarak hazine yığan veya halklarına zulümle servet biriktiren tüm devlet idarecileri için unutulması imkânsız, Hülagû Han’ın verdiği bir ders niteliği taşımaktadır.

Halifenin Mustasım’ın öldürülmesi sonrasında, Hülagû Han’ın, Eyyubi, Halep Emiri, El Melikü''l-Nasır Selahaddin Yusuf II''ye gönderdiği mektup günümüz idarecileri için de güncelliğini koruyacak nitelikte mesajlar içermektedir:

“El Melikü'l Nasır bilir ki biz de Bağdat üzerine inip Tanrının kılıcı ile orayı aldık ve oranın sahibini (Halife) yanımıza çağırarak kendisine iki soru sorduk. Sorularımıza cevap veremedi. Bundan dolayı sizin Kur'an'ınızda: “Tanrı hiçbir kavmin elindeki nimeti, o kavim, kendi kendini bozmayınca bozmaz” denildiği gibi bizim azabımıza, kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden müstahak oldu. Mallarını kıskandığı için malına gelecek olan, canına geldi ve tatlı canlarını adi madenlere değiştiler. Bunun sonucu gene Tanrı'nın dediği “Her ne yaptılarsa orada hazır buldular”, Kehf suresi, ayet 49 gibi oldu. Çünkü biz, Tanrının kuvveti ile kalktık ve onun kuvveti ile muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, yeryüzünde Tanrı'nın askerleriyiz. Kendisi, azabına uğratmak istediği kimseler üzerine bizi gönderir. Olup biten vakalar size ibret ve sözlerimiz nasihat olsun.

Bizim önümüzde kale para etmez ve karşımıza geçen ordular bir işe yaramaz ve hakkımızda yaptığınız beddualar bize geçmez. Başkalarına bakıp onların başlarına gelenlerden ibret alın ve örtü açılıp altındakiler meydana çıkmadan ve size bir hata gelmeden önce işlerinizi bizim elimize verin, biz sonradan ağlayanlara ve şikâyet feryatları koparanlara acımayız. Nice şehirleri yaktık ve nice kimseleri yok ettik ve nice çocukları atasız bıraktık ve yeryüzüne fesat saldık. Size kaçmak varsa bize kaçanları yakalamak var. Sizin için bizim kılıcımızdan kurtuluş yoktur. Oklarımız size nerede olsanız yetişir. Atlarımız her attan daha ziyade koşar ve oklarımız her nesneyi yarar geçer, kılıçlarımızın indiği yere yıldırım iner gibi iner. Akıllarımız dağlar gibi sağlamdır. Sayımız kumlar kadar çoktur.

Bizden aman dileyen selamete erer. Bizim ile savaş etmeğe yeltenenler sonunda pişman olurlar. Eğer siz bizim emrimize itaat ile şartlarımızı kabul edecek olursanız canlarınız bizim canlarımız ve mallarınız bizim mallarımız gibi olur. Yok, emrimize karşı gelir ve muhalefette ayak direrseniz başlarınıza gelecekler geldiği zaman bizi değil, kendinizi kınayın, ey zalimler!... Tanrı sizin aleyhinizdedir. Gelecek musibet ve belalara hazırlanın!...

Sonucun fena geleceğini önden söyleyen kimsede şüphe yoktur ve onda hiçbir kabahat kalmamıştır. Sizler haram yediniz... ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bidatleri uygulamaya koydunuz. Sabi çocukları kullanmağı adet ettiniz, şimdi; buyurun zillet ve hakarete!... Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz, ektiklerinizi biçeceksiniz!... ''Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler'', Şuara Suresi, ayet 227''. Siz, bize kafir diyorsunuz. Biz de size fâsık ve fâcir diyoruz. Bütün işleri takdir ve tedbir eden kimse tarafından biz size musallat edildik.

(...)Bu mektubumuz ile biz, sizi uykudan uyandırdık. Apansız başınıza ateşler yağmamasını istiyorsanız hemen mektubumuza cevap verin. Sonrasını siz bilirsiniz...”

Bu arada, Hülagû Han Müslüman değildir ve de Müslüman olmamıştır. Kendisi, Gök Tanrı inancına sahip olarak ölmüş ve o geleneğe göre yapılan bir cenaze töreniyle gömülmüştür. Mektubunda belirtilen, Kuran ayetleri hakkındaki derinlikli bilgileri, muhtemelen yönetimindeki veya idaresi altındaki Müslüman alimlerden almış olması gerekir. Bu çıkartım da yazımızın en başında belirttiğimiz; Cengiz ve Hülagû Hanların “Devirlerinin en yüksek akıl, bilim, teknoloji, lojistik, haberleşme, iletişim, istihbarat, propaganda ve savaş taktiklerini kullanabilen liderlerinden oldukları” tezimizi doğrulamaktadır.

Bağdat’ı fethedip Abbasi Hilafetine son veren Hülagû’nun torunları İran, Irak ve Anadolu topraklarında 100 yıldan daha fazla hüküm sürdüler. Ardan geçen zaman içerisinde, Gök tanrı inancına sahip olan Moğollar, özellikle, evlendikleri Müslüman kadınların etki veya gayretleri ile zaman içerisinde İslam dinine girerek, İran ve Türk kültürü içerisine entegre olarak onlarla bütünleştiler.

Bu konudaki yazı serimiz devam edecektir. Saygıdeğer okuyucularımızdan belirtilen konuda veya ilgi duydukları diğer konularda her türlü katkı, öneri ve değerlendirmelerini bekleriz.

Doç. Dr. Bayram Erzurumluoğlu