Sorunları bu kadar karmaşık hale gelmiş ve kendi iç dinamikleri bu sorunları çözebilecek akıl ve fehmi üretememiş toplumların bir çıkış yolu bulması kolay değil. Kronik kriz halindeki bu toplumun içinde yaşayan ve düşünen bireyin işi çok zor. Karman çorman bir oda dolusu ipliği çözmeye karar veren bu kişinin ilk yapması gereken ipin ucunu bulmak olacaktır. Bu kargaşada düşünsel yolculuğumuza nereden başlayacağız?

İlk bakışta size tezat gibi gelebilir ama bu arayışa başlamamız gereken yer, kısa ömrü ve kısıtlı algıları ile mutlak olan doğruyu "hiç bir zaman" ve "hiç bir yerde" bulamayacağı kesin olan insanın, kendi eksikliğini ve acizliğini anlaması olacak. Ben ve benim gibi varlığına inananlar bakımından Tanrısal olanın ne olduğunu bir an düşünelim. Bütün mekanı (ki şimdilik çapını 93 MİLYAR IŞIK YILI olarak hesaplıyoruz), bütün zamanı (bildiğimiz kadarı ile 13,8 MİLYAR YIL) ve içinde olan biten, doğan, yok olan her şeye muktedir bir varlıktan bahsediyoruz. Bu akıl almaz büyüklük içerisinde biz ne kadar yer kaplıyor olabiliriz. Mekanı ve zamanı anlamak için bilinen ölçekleri kullanarak bu inanılmaz büyüklükleri anlayabileceğimiz bir hale getirelim.

Zamanla başlayalım isterseniz. Evrenin yaşı olarak hesapladığımız 13,8 milyar yılı, bir yıl yani 365 gün olarak kabul edelim. Varsayılım ki biz şu an bu yılın son gününde yaşıyoruz. Bu son günün son saatinde ve hatta son dakikasının içindeyiz. Yani tarih 31 Aralık ve saat 23:59. Böyle olsaydı ilk yazılı medeniyet olan Sümerler yaklaşık 16 saniye önce kurulmuş olacaktı. Hz. İsa 4,5 saniye, Hz. Muhammet ise 3 saniye önce doğmuş olacaktı.

Havasını atmaya bayıldığımız Osmanlı İmparatorluğu ise yaklaşık 1.3 saniye önce kurulmuş olacaktı. Bu resimde bir kişi ömrünüz ne kadar onu merak ediyor olmalısınız. Cumhuriyeti de yaklaşık 0,3 saniye önce kurduk. Söylemiş olayım yalnızca 0.23 saniye. Hepsi bu saniyenin beşte biri kadar.

Biraz da mekan açısından bakalım. 93 milyar ışık yılı genişliğinde evreni, onun içindeki yerimizi anlayabilmek için küçültelim. Mekanın büyüklüğünü idrak etmek daha zor olacak. Bunun için bize uçsuz bucaksız gelen ama dünyamızdan 1,3 milyon adedini içine alabilecek kadar büyük olan güneşimizi kullanalım. Bizi ısıtan ve yaşamın kaynağı olan güneşimiz 1 kum tanesi büyüklüğünde olsaydı, evrenin tamamı 130 milyar kilometre genişliğinde olurdu. En uzak ve en çok bilinen cüce gezegenlerden olan Plutonun Güneşe uzaklığının 0,15 milyar kilometre olduğunu hatırlatalım.

Bu kadar küçük ve önemsiz bir varlığın kendi doğrularını mutlak zannetmesi, kendi küçük zamanını ve kendi büyüklüğünü Tanrı'nın ki ile kıyaslaması ne kadar komik kaçtığını görebildiğinizi umuyorum. Bu ölçek hatası kısacık insan tarihi boyunca trajik sonuçlar doğurdu. Bu ölçek hatası yüzünden örneğin bilebildiğimiz, ölçebildiğimiz en kudretli ve uzun ömürlü şey olan "devlet" tanrı ile rol kapma yarışına girebildi. Ve varlığımızın küçücük penceresinden bakarken bütün sonsuzluğun sahibini anlayamadığımız ve aslında hiç anlayamayacığımız için görebildiğimiz, tutabildiğimiz, koklayabildiğimiz şeylerle değiştirdik. Ve hatta bizim kadar sıradan, aciz ve sınırlı kişileri yüceltip, kurtarıcılara ve tanrılara dönüştürdük.

Mekan ve zamandaki konumumuzla ilgili biraz da olsa fikir sahibi olmaya çalışmamızın sebebi bir varlık olarak sizi var olan diğer her şeyden ayıran en önemli özelliğiniz olan "aklınızı" serbest bırakmak.

Ne kadar eksik olduğumuzu anladığımız ölçüde "aklımızı" pranga altına alan duyguları ayıklayabiliriz. Bu ayıklamayı yapmak zorundayız zira kendi sıkışmışlığımızla boğuşurken ve midemizi bulandıran toplumun garip hallerini yaşarken aslında "aklımızı" sınırlandırıyoruz.

Duygular bizi olayları kişiler üzerinden okumaya, içgüdüsel olan kızma, hesap sorma, hizaya çekme gibi davranışları tetikleyecektir ki bunlar "mutedil" olana ihtiyaç duyan akla iyi gelmeyen şeyler. Ama bu içgüdüsel duygulardan akla en çok zarar vereni "aidiyet" veya bir başka ifade ile "asabiyet" gelir.

Zira toplumsal kabilecilik bizi düşman olarak tanımladığımız -ötekilerimizle- mücadele çerçevesine alır ve aklımız susar "savunma psikolojimiz" devreye girer.

Benim gibi sağ ve muhafazakar toplumsal tabandan gelenlerin kendilerini İslam'ın 1400 yılının ya da Osmanlı'nın, veya ait olduklarını hissettikleri millet, ırk, parti, cemaat, tarikat, okul, ekol vs. sosyal kurguların avukatı zannetmemize sebep olan o duygu işte bu duygu. Bu içgüdüsel olarak tüm insanlarda olduğu için kendini sağda veya muhafazakar olarak tanımlamayanlar da bu "akıl katilinin" cenderesinden kaçamaz. Ama yine "akıl" sayesinde bunu başarabiliriz de!

Düşünen ama aslında aciz birer varlık olduğumuzu bilmemiz gerektiğine inanıyorum ama bunu kendimizi kontrol edemediğiniz hayatın akışına, ya da kaderin kollarına bırakalım diye değil. Tanrısal varoluşun çözülemeyeni kaderi anlayamayacak ve ve bu sebeple kaderci olamayacak kadar küçük olduğumuz için kendi küçük yaşamlarımızı kurmak ve onun için mücadele etmek zorundayız. Zira kısacık da olsa harcayacak tek bir 0,23 saniyemiz var.

Bunu fark ettiğimizde, art arda gelen 10 bin neslin neden her birinin kendi dünyasını kurmak zorunda olduğunu anlayabiliriz. Dağlar, yıldızlar gibi kalıcı zannettiğimiz -ki onlar da öyle değildir- aidiyetlerimizin, din, dil, ırk, millet, cemaat, parti, toplum vs. her birinin aslında bizim kendi kurgumuz olduğunu, hiç bir mutlaklık taşımadığını, özü itibariyle geçici olduğunu, sürekli değiştiğini fark edebiliriz.

Ve işte ümitlenmemize imkan veren şeyin tam da bu olduğunu söylemek lazım.

Bütün sosyal kurguları yeniden yazabileceğimizi ve kendi ölçeği içinde küçücük kaderimizin yolunu çizebileceğimizi anladığımız o andan bahsediyorum.

Eski ve köhne olan ne varsa geride bırakıp, birlikte yeniyi kurabileceğimize ait umudun doğduğu o andan!

Ama öte yandan aman bu ihtimal, sorumluluk duygusuyla sizi ezmesin. Sonuçta toplumsal olan bu fırsatı doğurmasa ne olur? Kainat küsecek değil ya?

Değil mi küçük kum tanesi kardeşlerim.