Hiç kimsenin o gün olacakları tahmin etmesi mümkün olamazdı.

Kızıl Meydana, daha ziyade zorunlu olarak toparlanırken Kızıl Ordunun bağımsızlık kutlamalarına katılmaktı maksat.

Zaten erkeklerin geneli Kızıl Ordu için cephede olduğundan çoğunlukla kadınlar, çocuklar ve yaşlılar doldurdu meydanı.

1939 yılında tarihinde yaşanan ve neredeyse 85 milyon insanın öldüğü en kanlı savaş olan II. Dünya savaşının ardından Almanya’nın Rusya’yı ani işgali şaşkınlık meydana getirmişti. Almanlar Grozni,Nalçik gibi Kafkasya şehirlerine de saldırılmış, Çerkezler kendi topraklarını savunurken çoğunlukla da Kızıl orduya asker olarak alınmışlardı.

Almanya’nın petrol yataklarına olan iştahı onlara bir “konti oil” şirketi kurdurmuş ve elbet Kafkasya’nın petrol yatakları bu iştahın kabarmasına yol açmıştı. Bundan dolayı Almanların Rusya işgalinin arka planında, işte bu petrol yataklarına ulaşmak olduğundan direk muhatapları olan Kafkasyalılar canla başla çarpışarak şiddetle sürdürülen savaşta Almanları püskürtmeyi başarmıştı.

Nitekim 23 şubat 1944 günü, pek çok Kafkasyalı hala cepheden dönmemişti ve Kızıl meydana toplanan, Çeçen,İnguş,Karaçay ve Balkarlar meydanda konuşma yapan Rus  Generali dinlerken etraflarını saran mitralyözlü askerleri fark ettiklerinde her şeyin artık çok geçti.

General “Almanlarla iş birliği yaptıkları” iddiası ile Stalin tarafından Çerkezlerin sürgün edilme karar ve emrini açıklıyordu.

Toplulukta dalgalanmalar oldu. Bir kaç Çerkez genç atılarak bu karara itiraz etmek istedi ancak mitralyözlerden yağan ateşle bir yaprak gibi yere serildiler.

Rus General itirazların sonucunu bizzat meydandakilere gösterdikten sonra ”24 saat süreniz var çar çabuk toplanıp sizin için hazırladığımız trenlere geçeceksiniz aksi halde olacaklardan sorumlu değiliz!” derken meselenin ciddiyetine de dikkat çekmiş oluyordu.

İnsanlar adeta şoktaydılar, kadınlar ağlıyor çocuklar korku dolu gözlerle olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Evlerine yönelen Çerkezlere silahlı Rus askerleri eşlik ediyor, olur olmaz her harekette dipçikle tehdit etmeyi ihmal etmiyorlardı.

Korkunç bir gündü o gün ve yaşananlar akıllara zarar bir mahiyetteydi. Her kes kendi derdine düşmüştü insanlar bir yandan çoluk çocuğunu toparlamaya uğraşıyor, diğer yandan bu felaketten kurtulmak için bir mucize beklercesine Rablerine yakarıyorlardı.

Ancak her şey ışık hızıyla ilerliyordu ve kısa süre içerisinde yanlarına alabildikleri üç beş şeyle kendilerini bekleyen yük vagonlarına tıkıştırılmaktan ne yazık ki kurtulamadılar. Bu bir kâbus değildi uyanmayacaklardı ve işte bir ömür çalışıp çabaladıkları, emek verdikleri evleri, bağ bahçeleri ve en önemlisi doğup büyüdükleri toprakları bırakarak meçhul bir yolculuğa doğru hareket ediyorlardı.

Yük vagonlarında olumsuz şartlar altında seyreden bu zorunlu yolculuğa mecbur edilen insanların yaşamlarını tehdit eden pek çok olumsuzluk söz konusuydu.İnsanlar her türlü ihtiyaçlarını bu vagonda görmek zorundaydılar ve dondurucu soğukta tahtaların arasından esen fırtınalardan pek çoğu hasta olmuştu. Açlık, kötü koşullar ve soğuk yolcuların pek çoğunun yaşamını yitirmesine neden olmuştu.

”Ölüm tirenleri” durmaksızın yol alırken yaşamını yitirenler vagonlardan dışarı atılıyor, kimse kaybettiği yakını gömecek kadar bile bir şansa sahip olamıyordu.

Bazı istasyonlarda kısa süreli duran ancak yolcuların inmesine izin verilmeyen trenlerin vagonlarından anneler açlıktan ölmek üzere olan yavruları için çığlık çığlığa yiyecek dileniyor, ama o çığlıklar hiç karşılık bulmuyordu.

Açlık, hastalık ve soğuktan ölen binlerce Çerkez hızla ilerleyen ölüm tirelerinin ardında bırakılmış, aylar sonra hayatta kalabilmiş olan Çerkezler Sibirya ve Kazakistan’da bomboş arazilerin ortasına terk edilmişti.

Yorgun, hasta ve acılı Çerkezler dondurucu soğuğa terk edildiğinde ise bambaşka bir trajedinin daha ortasında kalmışlardı.

Geride bıraktıkları evleri ve toprakları, yollara saçılan sevdiklerinin cesetleri yeterince kahredici bir durum iken, bu kez terk edildikleri Sibirya’nı kan donduran soğuğunda çaresiz kalakalmışlardı.

“Ölüm yolculuğunda” bir şekilde hayatta kalanlar için hayat çok daha acımasızdı.. Soğuk ve açlık dayanılır gibi değildi. Hayatta kalabilmek için çevre köylere gidiyor kapıları çalarak bir lokma ekmek için adeta yalvarıyorlardı. Çevrede yaşayanlar kapılarını bu bilmedikleri insanlara yarı buçuk açarak bazen ekmek veya başka yiyecekler uzatıp hemen kapatıyorlardı.

JENOSİT

Sürgünde bunlar yaşanırken geride kalanların durumu çok daha iyi değildi elbet. Çeçen- İnguş Cumhuriyetine bağlı tüm köyler sürgüne tabi idi ancak Rus yetkililer iklim ve coğrafik şartlardan dolayı nakillerde tam anlamıyla başarılı olamıyorlardı. Nakli gerçekleşmeyen halkaları ise korkunç bir Jenosit bekliyordu.

Bölgede yaşanan Jenosit’in hangi boyutta olduğuna en somut örnek elbette Haybah katliamında yaşananlardı.

Nitekim o gün 1944 günü Haybah’ta yaşanan trajediye şahitlik edenlerin verdiği bilgiler yürek dayanmaz nitelikteydi.

Tüm köy ve mezralarda yaşayanlar silah zoru ile evlerinden çıkarılmış yaya olarak yollara revan olmuşlardı. “Helikopterlerle taşınacakları” vaat edilen yaşlı,zayıf ve genç kızlardan oluşan yaklaşık 700 kişilik bir grup ise arkada bırakılmıştı.

O gece sabaha karşı kendilerini almaya gelecek “helikopteri” bekleyen bu güçsüz Kafkasyalılar ahırlara doldurulmuş ve üzerlerine kilit vurulmuştu.

Her kes şaşkınlık ve korku ile birbirine bakıyor, olacakları öngörmeye çalışıyordu. Rus askerleri ahırın etrafına aceleyle ot ve saman döşemiş ve kısa sürede bu hazırladıkları saman balyalarını ateşe vermişlerdi.

Şeytanın bile kanını donduracak bir merhametsizlikle ahırda kilitli Çerkezlerin canlı canlı yanarken yükselen acı çığlıklarını zevke izlemişlerdi. Kapıyı kırıp dışarı çıkmayı başaranlar için emir kati idi. Askerlerin emrine tabi olduğu Givişani bağırıyordu

--Ateşş!

Kırılan kapıdan çıkan her bir kişi üzerine yağan mermilerle katlediliyor, alev topuna dönen ahırda sıkışıp kalanlar ise korkunç çığları duyulmaksızın yanarak yaşamlarını kaybediyordu.

Stalin’in emri ile Ruslar tarafından uygulanan sürgün ve Jenosit uzun süre dünya kamuoyundan gizlenebilmişti. Ancak İzvetisya gazetesinde çıkan küçük bir haberin ardından dünya bu korkunç trajediyi öğrenecekti.

Üstelik bu sürgün ve soykırımların sadece Çeçen ve İnguşlarla sınırlı kalmadığı Kırım tatarları ve Ahıska Türklerini de içerisine aldığı ortaya çıkmıştı.

Nitekim 220 bin Kırım Tatarı 18 Mayıs 1944 de başlayan sürgün emri ile üç gün içerisinde vatanlarından ve topraklarından zorla koparılarak sürgün edilmişlerdi.

Sürgün ve Jenosit’in duyulmasından sonra oluşan baskılar neticesinde Komünist Partinİn Kongresinde Kruçev “Çerkezlere zulmedildiğini” itiraf etmişti.

Nihayet sürgünden tam 13 yıl sonra terk edildikleri Kazakistan topraklarında tırnakları ile yeni bir yaşam kuran Çeçen ve İnguşlara vatanlarına dönme “izni” çıkmıştı.

Dönüşte karşılaşılan manzara Çerkezlerin yeniden yüreğini yakacaktı, zira zorla terk ettikleri evlerine ve arazilerine Ruslar yerleştirilmişti. 13 yıl sonra vatanlarına dönme heyecanını yaşayan Çerkezleri bu kez yeni mücadeleler bekliyordu.

Sürgünden önce yaklaşık 500 bin olan Çeçen ve İnguş Nüfusu topraklarına döndüğünde 300 bin civarındaydı.-yeni doğanlarla beraber-Çerkez ve İnguşlar sürgün yollarında yaklaşık 40 bin insanını kaybetmişti.

Öte yandan Kırım tartları için vatana dönüş oldukça uzun ve sabır gerektiren bir süreçte gerçekleşebildi. Kırım Tatarları zorla uzaklaştırıldıkları topraklara ancak 1980 itibari ile dönebilmeye başladılar. Ve onlarda dönüş yolunda pek çok engel ve zorluklarla mücadele etmek zorunda bırakıldılar.

Kafkas halkalarının içinde hala topraklarına dönememiş yurtsuz bir şekilde Diaspora’da yaşam mücadelesi vermek zorunda kalan Ahıska Türklerinin trajedisi ise hala devam etmektedir.

Rusya’nın kanlı tarih sayfalarındaki yerini alan Kafkasya sürgünleri elbette unutulmayacaktır.. Kafkasya Halkları yaşadıkları onca acı ve soykırıma rağmen sahip oldukları medeniyet, inanç ve kültürel varlıkları ile ümmet ve insanlığa değer katmaya devam edecektir.

  Ayşe Müzeyyen Taşçı