Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki, aşağıda bahsedeceğim “delillerin” elde ediliş biçiminden yargılamalarda değerlendiriliş şeklinde kadar eleştirilecek pek çok konu var. Ancak elbette bu eleştiriler noktasında ülkede vicdanı en rahat olanlardan biriyim. Zira çok eleştirdik, raporlar yazdık, her fırsatta anlatmaya çalıştık. Bu yazıda ise esasen bahsettiğim çalışmalarda da yer alan ancak bir türlü istediğim seviyede gündeme gelememiş, Türkiye’deki “terör” yargılamalarında 15 Temmuz’dan sonra edinilmiş ve üstüne çok konuşulmayan bir yargı pratiğinden yani Türkiye hakimlerinin hiç görmedikleri deliller üzerinden karar verme alışkanlıklarından bahsetmek istiyorum.

Önce 15 Temmuzun hemen ardından hayatımıza giren o “delilden” başlayalım “ByLock”. Nedir bu ByLock demeyeceğim zira herkes ezbere biliyor, bir haberleşme uygulamasından bahsediyoruz. 15 Temmuzun hemen ardından gündemimize giren ByLock’a ilişkin savcılık tarafından yapılan açıklamaları hatırlayalım. Özetle şöyle dediler “Bir program var, “fetöcüler” kullanmış, MİT programa ait yazışma içeriklerini Litvanya’daki serverdan ele geçirdi, çözümlemelere başladık”

Geldiğimiz tarih itibariyle savcılar hala aynı noktadalar. Kendi hukuk anlayışlarına göre hukuka uygun büyük bir iş yaptılar ve istihbarat teşkilatı aracılığıyla ele geçirdikleri veriyi çözümlemeye başladılar. Başladılar diyorum zira hala bitirebilmiş değiller. Elbette bu verinin bu şekilde elde edilmesinden, içeriğine hiç bakılmaksızın “münhasıran” silahlı terör örgütü üyeliğine delil kabul edilmesine kadar soruşturma makamlarının hemen hiçbir hukuki görüşüne katılmıyorum. Bunu defalarca kez ifade ettim.

Ancak bugün başka bir hususa değineceğim. Ortada bir “delil” var ki bu esasen bir “elektronik veri”. Yaklaşık 109 GB büyüklüğünde olan ve ne şartlarda Litvanya’dan Türkiye’ye getirildiğini tam olarak bilemediğimiz bir veriden bahsediyorum. Bugüne kadar ByLock ile alakalı pek çok şey yazdım, çizdim, konuştum, savunma yaptım ancak tek bir şeyi yapamadım. O 109 GB büyüklüğündeki esasen on binlerce insanın yargılanmasının tek gerekçesi olan “delili” hiç göremedim. Sadece ben değil, bu yargılamalarda sanık müdafiliği görevini ifa eden binlerce Avukat da göremedi. Sanıkların cezalandırılmasını talep eden savcılar da göremedi ama en vahimi binlerce insan hakkında mahkumiyet kararı veren hakimler de o “delili” aslında hiç görmediler.

Bu noktada, birkaç dakikalığına durup düşünmenizi istiyorum. Düşünün ki, bir kimseyi kasten öldürmekle suçlanıyorsunuz. Tarafınıza yöneltilen suçlamanın tek gerekçesi, olay yerini görüntülediği iddia edilen bir güvenlik kamerasından elde edilmiş görüntüler. Soruşturma makamı bu görüntüleri incelediğini, 2 polisin bu incelemeyi tutanak haline getirdiğini ve tutanaklardaki siluetin size ait olduğu beyan ediyor. İlk tepkiniz ne olurdu? Hiç şüphesiz ki, o görüntüleri görmek istiyorum derdiniz. O insanı öldürdüğünüzü, soruşturma makamının beyanlarının doğru olduğunu bilseniz dahi o görüntüleri görmek isterdiniz. Zira savunma hakkı, tüm sanıklara ait bir haktır. Sizin üzerinize atılı suçu işleyip işlemediğinize göre değişkenlik gösteremez.

Peki bu talebinize savcılık makamı, görüntülerde sizden başka kimselerin de olduğu, bu nedenle incelemenin devam ettiği, görüntülerin olduğu verinin savcılık tarafından özel olarak saklandığı bu nedenle delilin kendisinin dosyaya kazandırılamayacağı cevabını verseydi ne düşünürdünüz? O insanı öldürdüğünüzü bilseniz bile savcılığın bu tutumuna boyun eğer miydiniz?

Bir de kendinizi hakimlerin yerine koymanızı rica ediyorum. Hiç görmediğiniz bir delilin var olma ihtimalini gözeterek, adını bile bilmediğiniz polis memurlarının tutanaklarda yazılı sicil numaralarına güvenerek bir insanın özgürlüğünü elinden alır mıydınız? İşte bugün Türkiye’de on binlerce insan hakkında, yüzlerce hakim tam olarak böyle karar veriyor.

Usulüne uygun bir yargılamada delilin kendisi elbette dosyada olur. Bu delili dosyaya kazandıracak olan, delilin usule uygun elde edildiğini, özellikle bir elektronik delilse bahsedilen incelemenin doğru yapıldığını ispatlayacak olan soruşturma makamıdır.  Ancak savcılık ByLock yargılamalarında hiçbir zaman iddiasını kanıtlama telaşına düşmedi. Zira dayatılan düşünce belliydi; savcılık bir delile var diyorsa vardır, delil dijitalse incelemesi doğru yapılmıştır, hazırlanan raporlar kusursuzdur, hakimlere düşen delilin hukuki karşılığı konusunda karar vermektir.

Ne yazık ki, Türkiye hakimleri kendilerine biçilen bu rolü, bir diğer deyişle savcılığın tahakkümünü sessiz sedasız kabul ettiler. Hiç görmedikleri bir veri üzerinden kim tarafından hazırlandığı dahi belli olmayan, “Tespit ve Değerlendirme Tutanağı” olarak isimlendirilen tutanaklara dayanarak mahkumiyet kararları verdiler. Öyle ki, bu tutanaklar emniyetin ilgili birimlerinden temin edilmesine rağmen bir kısmı tamamen imzasız bir kısmı ise polis memurlarının “çıktısını alan” ifadesiyle imzaladığı evraklardan ibaretti. Mahkemeler, bu evrakların nasıl, ne zaman, kimler tarafından hazırlandığını hiç sorgulamadı. Bir hata yapılmış olma ihtimalini dahi gözetmedi. Kolluk personelinin “çıktısını aldığı” evrak, mahkemenin iradesinin yerine geçti.

Bu aşamadan sonra, savcılık benzer durumlarda hep aynı yöntemi izledi. Bu süreçlerden biri de 26 Nisan 2017’de 9103 polisin açığa alınmasıyla başladı. Öyle ki, sabah saatlerinde Emniyet Genel Müdürlüğünden yapılan açıklamada, “667 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında alınan tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname'nin 2'inci maddesinde zikredilen ve milli güvenliğe tehdit olduğu tespit edilen Fetullahçı Terör Örgütü ile iltisakı veya irtibatı olduğu gerekçesiyle 9 bin 103 Emniyet Teşkilatı mensubu görevden alınmıştır.” Deniyordu.

Daha sonra ortaya çıkan detaylara göre savcılık bir micro sd kart ele geçirmişti. Bu kartta neredeyse tüm emniyet mensupları fişlenmişti.  Bu fişlemedeki kodların anlamı ise bir gizli tanık tarafından çözümlenmişti. Özetle, her rütbeden binlerce polis bir gizli tanığın beyanları ve bir micro sd kart yüzünden bir gecede silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı.

Savcılık bu micro sd kart delili karşında bir süre sessiz kaldı. Binlerce polis bir gecede açığa alınmıştı ancak bu insanlar ne gözaltına alınıyor ne de ihraç ediliyordu. Emniyet Genel Müdürlüğü de bir idari tahkikat yürütmüyor, bir savunma almıyordu. Bu süreçte iktidara yakın bazı gazeteciler konuyla ilgilenmeye başladılar. Bu insanlara haksızlık yapıldığını, böyle bir listenin, darbe girişiminden yıllar geçmesine rağmen imha edilmemiş olmasının çok şüpheli olduğunu yazıp söylediler. Hatta bir kısım gazeteciler iktidarla bu polisler arasında “aracı” olmuştu. İddialarına göre seçimden sonra bu polisler görevlerine iade edilecekti. Ancak netice düşünüldüğü gibi olmadı. Seçimden hemen sonra yayımlanan 701 nolu KHK ile bahsi geçen polislerin tamamı açığa alınmalarından yaklaşık bir buçuk yıl sonra toplu olarak ihraç edildi.

Daha sonra yargılamalar başladı. Dosyalarda şimdi de “veri inceleme raporu” isimli bir evrak vardı. Bu sefer daha da enteresan bir durum ortaya çıkmıştı. Artık yalnızca delilin kendisi değil, delili oluşturanın kendisi de bilinmiyordu. Zira bu raporlara bakarak kimin kimi fişlediğini anlamak mümkün değildi. Ancak hakimlerimiz bu hususu da pek önemsemediler. Sadece hiç görmedikleri bir micro sd kartın içindeki veriyi doğru kabul etmekle kalmadılar aynı zamanda, kim olduğunu bilmedikleri  insanların huzurlarındaki sanıklar hakkında kayda aldığı değerlendirmeleri de doğru kabul ettiler ve pek çok mahkumiyet kararına imza attılar.

Son günlerde ise başka bir “hafıza kartı” hadisesi yaşanıyor. Savcılık 2018 yılında, bir mahrem imamın aracında kriptolu bir hafıza kartı ele geçiriyor ve bu karttan “Deniz Kuvvetleri Ümit Yapılanması” mensuplarından oluşan bir liste ele geçiriliyor. Tabii bu veriye ilişkin de söylenecek çok şey var. Belki ilk tartışılması gereken, bir yapının mensubunun “ümidi” ile bir silahlı kuvvetler mensubunu terör örgütü üyesi kabul etmenin gerçekten adil olup olmadığıdır. Ancak yazının ana fikrinden kopmamak adına şunu ifade etmek isterim ki, bu delili de görmedik, göremeyeceğiz ve ne yazık hakimlerin büyük çoğunluğunun bunu kendine dert etmeyeceğini düşünüyorum.

Ceza Muhakemeleri Kanunun 217. Maddesi şöyle diyor; “Hâkim, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hâkimin vicdanî kanaatiyle serbestçe takdir edilir.” Bu maddenin de diğer tüm kanun maddeleri gibi bir amacı var. Hakimlik mesleğinin ruhuna ve önemine uygun bir amaç bu. Hakimlik yetkilerinin devredilmesini doğrudan yasaklayan bir amaç.

Bir insanın hayatı, özgürlüğü hakkında verilen bir karar sadece o insan bakımından dahi çok önemli. Kaldı ki, bir mahkeme kararının yalızca bir kişiyi ilgilendirdiğini söylemek de mümkün değil. Bir karar, o kararın muhatabı olan sanığın hayatıyla birlikte tüm sosyal çevresini ve nihayetinde bir toplumun adalete olan inancını belirliyor. Bu, herkese verilebilecek türden bir yetki değil. Tüm mahkemeler aynı zamanda “Türk milleti adına” karar veriyor. Tüm bir ulus adına karar vermekten bahsediyoruz. Sizin omuzlarınızda böyle bir yük olsa, herhangi birine bu yükü paylaşacak kadar güvenir miydiniz? Görünen o ki hakimlerimiz bu soruya çoktan evet cevabını vermiş. Ben sadece bu evet cevabını verdiklerini nasıl anladığımızı izah ettim. En hafif tabiriyle bir “rahatlık” olarak tanımlanabilecek bu tercih altında yatan ruh hali, mesleki saygınlık, etik değerler gibi hususların yorumunu sizlere bırakıyorum.

                                                                                                                                                     Av. Gizay Dulkadir