BABACAN İkinci Ak Parti'yi Mi Kuruyor ve Ak Parti İkinci Refah Olur Mu?

Ak Parti'de gerek Cumhurbaşkanı ve parti Genel Başkanı olan Erdoğan'ın bazen partideki değişiklikler için metal yorgunluk olarak ifade ettiği durumdan, gerek 2.İstanbul Seçimleri ile birlikte alınan sonuçtan, gerekse 20 yıla varacak İktidar serüveni sebebiyle Ak Parti'nin artık yorgun bir teşkilata sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Bu süreçte parti teşkilatının bir yol ayrımında olduğunu, partiden istifa edip yeni parti kurma çalışmalarına başlayan ve partinin geçmişinde önemli bir yere sahip olan Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan'ın attığı adımlar ortaya koydu.

Ahmet Davutoğlu bu süreçte Gelecek Partisini kurarken, Ali Babacan ise çalışmalarına devam ediyor. Ak Parti'nin yaşadığı süreç ve Türkiye'de artık 2019 yerel seçimleriyle adını sıkça duymaya başladığımız bazı siyasiler, Türkiye'nin 2020'li yıllar başta olmak üzere nasıl bir gidişat içinde olacağına dair önemli ipuçları veriyor.

Türkiye son yerel seçimler ile birlikte içinde bulunduğu, 2011 yılından itibaren olan ve belli dönemlerinde kaos havasını alan ve yıllar içinde gerçekleşen seçimler ile birlikte iyice ağırlaşan bu politik gerginlik havasından artık kurtulmuş görünüyor. Ancak son 10 yıl da o kadar çok seçim yapıldı ve o kadar çok olay yaşandı ki, yarın erken seçim olacağını duysak belki birçoğumuz bu duruma şaşırmayacaktır. Peki bu 10 yılda neler yaşadık, bu yaşadıklarımız bize neler getirdi ve önümüzdeki yıllar nelere gebe biraz açalım...

Ak Parti'nin İlk Yılları Ve Başkanlık Sistemi

Belki o yılları yaşarken farkına varmadık ya da pek anlayamadık ama Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçildiği günden itibaren parlamenter sistemden şuan ki hükümet sistemine geçişi amaçladığını düşünüyorum. Erdoğan'ın başbakanlık yaptığı yıllar boyunca ve özellikle Ak Parti'nin ilk dönemi olarak görülen 2002-2007 arasında 10.Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile yaşadıkları ve Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecinde yaşanan 367 krizi bu düşünceme dayanak göstereceğim hadiseler...

Ahmet Necdet Sezer AKP hükümetini bir nevi sınırlayan bir rol sergiledi. Sezer, cumhurbaşkanlığı boyunca bilindiği üzere birçok yasayı veto etti. Görevi bırakırken yaşanan "367 Krizi" de Türkiye'yi erken seçime götüren bir final havasındaydı. Erdoğan'ın bunlar yaşanırken kafasında bu sistemin sorunlu bir sistem olduğuna dair düşüncelerin ilk kez ortaya çıkmaya başladığını düşünüyorum. Anayasa değişikliği referandumunda da zaten parlamenter sistemin ağır aksak ilerleyen bir sistem olduğuna dem vurulmuş ve "367 Krizi" hadisesinden sıkça bahsedilmiştir. Erdoğan sonrasında Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu ile dahi bazen fikir ayrılığına düşecekti.

Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı Seçilme Süreci

Ak Parti iktidarının ilk yıllarından itibaren sivil bir hareket olarak kabul ettiği ve kadrolarıyla uyum içerisinde olduğu ve o zamanlarda "Gülen Cemaati" olarak kabul edilen yapı ile, 7 Şubat MİT krizi sonrası giriştiği mücadele Türkiye'ye çok hareketli yıllar yaşatmıştır. Ak Parti iktidarını destekler veya desteklemezsiniz ama devlet içinde bu şekilde yapılanmış bir örgütün, iç güvenlik için tehdit oluşturacağını ve Ak Parti'den bağımsız olarak yapılan mücadelenin bir devlet politikası ve bu sebeple de FETÖ ile asıl mücadele edenin Türk Devleti'nin bizzat kendisi olduğunu belirtmek gerekir. Bunun yanında FETÖ'nün devletin içinde nasıl bu kadar etkin hale geldiği ve bu mücadele sırasında atılan adımlar da ayrıca araştırılması ve sorgulanması gereken başka konulardır.

FETÖ ile mücadeleyi açıkçası Erdoğan'ın bizzat kendisi yürütmüştür. Ve bu mücadele de Türkiye'nin başkanlık sistemine giden yolda önemli bir yapı taşı olmuştur. Çünkü FETÖ ile mücadelenin bizzat Erdoğan'nın kendisi ve FETÖ arasında gerçekleşmesi, yapılan her seçimi aşama aşama Erdoğan'ın varlığı üzerine indirgemiş ve aslında halk bir nevi Erdoğan ile tamam ya da devam minvalinde seçimler yaşamıştır. Burada halkın Erdoğan'dan yana tavır alması onun şahsını oldukça güçlendirmiş ve Ak Parti'nin aslında Erdoğan'ın şahsı ile var olan ve oy alan bir teşkilat halini almasını sağlamıştır. Yazımızın başlığındaki, "Ak Parti ikinci Refah olur mu" sorusunun bir yanı bu durumdur. Çünkü teknik olarak Refah Partisi için merhum Erbakan ne anlam ifade ettiyse, uzun bir zamandır Ak Parti içinde Erdoğan o anlama gelmektedir. Ve Erdoğan Ak Parti'nin en önemli seçim kozu haline gelmiştir. Buradan ileri gelerek Erdoğan'ın başkanlığa giden yolda FETÖ ile yaptığı mücadeleyi, Sezer-Gül-Davutoğlu etkisinden sonra ikinci etken olarak ele alabiliriz.

Ak Parti'nin Anaplaşmaması

7 Şubat MİT Krizi sonrası dershanelerin kapatılması ile birlikte iyice açığa çıkan AKP-Cemaat çatışması, 17 Aralık süreci ile de bir nevi resmiyet kazanmıştır. Sonrasında durdurulan MİT tırları, uzun uzadıya yapılan tartışma programları, seçim süreçleri ve Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile bu çatışma yeni bir boyut kazanmıştır. Şimdi tek bir soru vardır akıllarda, Ak Parti ANAP gibi dağılacak mıdır?

Yukarıda belirttiğimiz üzere Erdoğan odaklı Ak Parti politikası ve "Güçlü Lider Güçlü Türkiye" mottosuyla girişilen Cumhurbaşkanlığı Seçimleri aslında Erdoğan'ın başkanlığı için ilk aşamayı geçmesini sağlamıştır. Artık Erdoğan'ın güçlü lider kimliğine 16 yıldızlı "Cumhurbaşkanlığı Forsu" da eklenmiştir. Seçim sonrası Ak Parti'ye yakın medyanın "Cumhur Başkanını Seçti" manşeti manidar olarak bile nitelendirilemeyecek düzeyde açıkça Erdoğan'ın artık sıradaki hedefinin başkanlık olacağını vurgulamıştır.

Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmesi sonrası, Anayasa'nın kendisine tanıdığı bütün hakları kullanacağını ve geçmişte sembolik bir rol ifade eden cumhurbaşkanlığı makamını artık daha işlevsel hale getireceğini vurgulamıştır. Cumhurbaşkanlığı makamının tarafsızlık ilkesi çerçevesinde Erdoğan'ın artık Ak Parti için bir etken olmayacağını düşünen muhalefet ise yanılmıştır. Muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yetersiz performansı dahi üstü kapalı bir şekilde bu beklentiye bağlanmıştır. Ancak Erdoğan hükümet üzerindeki etkisi vasıtasıyla teşkilat ile arasındaki bağı korumuş, Ahmet Davutoğlu'nun başbakanlığı Erdoğan'ın etkisi altında yürüttüğü yönünde birçok eleştiri yapılmıştır. Erdoğan'ın Ahmet Davutoğlu ile birlikte ters düşmesi ve Davutoğlu'nun kendisini hedef alan Pelikan Bildirisi adlı blog yazısının yayınlamasından sonra 1 hafta geçmeden istifa etmesiyle, Erdoğan'ın başkanlığı için ikinci aşama tamamlanmış ve Binali Yıldırım'ın başbakanlık koltuğuna oturması sonrası Türkiye için bir nevi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş dönemi başlamıştır.

Binali Yıldırım'ın Başbakanlığı: Geçiş Dönemi

Binali Yıldırım'ın başbakanlığı Erdoğan için başkanlığa giden yolda bir geçiş dönemi olmuştur. Çünkü Yıldırım Davutoğlu'ndan farklı olarak, Erdoğan ile birebir uyumlu hareket etmiştir. Ak Parti hükümetinin başkanlığa geçiş konusunda Anayasa değişikliği için; Türkiye'nin o anki şartlarında bu değişikliği sağlayacak güçte kabul gördüğüne dair şüpheler olmakla birlikte, Erdoğan'ın hükümet üzerindeki etkisi de tartışmalı durumunu korumakta idi. Erdoğan'ın yine de ilerleyen dönemde Burhan Kuzu'nun çalışmaları ve açıklamalarından anlaşılacağı üzere Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini Türkiye’ye getirmek için yollar arayacağı görülmekteydi.

Türkiye'de ise 7 Haziran seçimleri sonrası tansiyon gittikçe yükselimişti. 7 Haziran sonrası çözüm süreci politikasını bir daha benzeri bir çalışmaya başlamamak üzere bitiren Akp hükümeti, IŞİD ile de fiili mücadeleye girişmiştir. 7 Haziran seçimleri sonrası bu iki terör örgütüyle başlatılan mücadeleyle Türkiye ağır kayıplar verdiği bir döneme girmiştir. İşte tam bu yıllarda başlayan kaos havası, 15 Temmuz süreci ile birlikte zirve yapmıştır. 15 Temmuz Darbe Girişimi ile birlikte Türkiye OHAL sürecine girmiş ve bu dönemde Erdoğan'ın aslında fiili olarak yürüttüğü düzen, Devlet Bahçeli'nin önerisi ile bir Anayasa değişikliği teklifi halini almıştır. Türkiye'nin OHAL şartlarında seçime gitmesi, yapılacak seçime sadece Erdoğan'ın rolü üzerinden değil, aynı zamanda Türkiye'nin geleceği üzerinden de bakılması gerektiği ve bu sistemin uzun vadede Türkiye için doğru bir sistem olup olmayacağı noktasında ciddi tartışmaların yaşanmasına sebep olmuştur. Seçim günü YSK'nın aldığı kararlar ve oyların birbirine çok yakın olması da ayrı bir polemik konusu olmuş olsa da Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne ya da diğer adıyla başkanlık sistemine geçişini tamamlamıştır.

24 Haziran Seçimlerinden 31 Mart Seçimlerine

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Türkiye'ye iki kutuplu ve lider merkezli siyaset düzenini getirmiştir. Partiler için artık güçlü bir grup kurmak ve meclis çoğunluğundan ziyade başkanlığa seçilecek güçlü bir lidere sahip olmak daha önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda 24 Haziran seçimlerinde Erdoğan daha ilk turda seçimleri kazanmayı başarmıştır. Seçimlerde Erdoğan'ın güttüğü seçmeni konsolide etme anlayışını uygulayan CHP adayı Muharrem İnce, Erdoğan karşısında bu taktikle tutunamamış, Erdoğan'ın kendisini hiç hedef almaması sebebiyle Akşener de çok bir varlık gösterememiştir. Partiler ise iki kutuplu sistemin etkisiyle ittifaklar düzeninde seçimlere katılmış ve sanki referandumun bir nevi tekrarı yaşanmıştır. Başkanlık sistemiyle girilen bu iki kutuplu siyasi düzen ayrıca toplumdaki kutuplaşmanın da artmasına sebep olmuş ve görüşler arası diyalog gittikçe zor bir hale gelmiştir.

Türkiye 31 Mart seçimlerine işte bu kutuplaşma ve ittifak düzeni halinde girdi. Ancak artık bir etken daha vardı ve bu etken seçimlerin kaderini belirleyen esas bağlayıcı unsur olmuştur. Bu unsur bilindiği üzere ekonomi idi. Erdoğan'ın meydanlarda "belediye başkanlarının ekonomi için yapabilecekleri bir şey yok kontrol bizde " gibi açıklamalar yapmasına sebep olan Türkiye'deki ekonomik durum ve Erdoğan'ın seçimi beka meselesi olarak ele alması seçmende karşılık görmedi ve Ak Parti büyük şehirleri kaybetti. Ak Parti'nin başkanlık sistemiyle yeterli ekonomik iyileşmeyi sağlayamaması, seçmenleri CHP'nin gösterdiği çiçeği burnunda ve halka karşı herhangi bir olumsuz sicili bulunmayan belediye başkanı adaylarına yönlendirmişti. Tıpkı 1994 seçimlerinde Erdoğan'ın halk üzerinde kazandığı ivmede olduğu gibi özellikle Ekrem İmamoğlu İstanbul seçimlerinin tekrar edilmesinin de etkisiyle çok ciddi bir seçim zaferi kazandı ve Türkiye'nin geleceği üzerinde potansiyel bir lider aday olduğunu gösterdi. Seçimlerin bir diğer kazananı Mansur Yavaş'ın ise gelecekte özellikle milliyetçi seçmenler üzerinde etkili olacağı izlenimi görülse de, bu isimlerin ilk aşamada gösterecekleri performans ilerisi için belirleyici etken olacaktır.

Erdoğan Sonrası Türkiye

Ak Parti'nin 31 Mart seçimleri sonrası aldığı sonuç ve parti teşkilatı ile ilgili dağılmaya yönelik bir süreç olduğuna dair ortaya birçok iddia atıldı. Bu iddialar kendisini Ak Parti gömleğini çıkaran politikacıların yeni parti kurma çalışmalarına bıraktı ve günümüze geldiğimizde Ahmed Davutoğlu muhafazakar sağ odaklı Gelecek Partisini kurarken, Ali Babacan'ın daha merkezde ve seküler olacağı iddia edilen yeni partisi henüz kuruluşunu tamamlamadı.

Yaşanan bu süreç yazının konusunu da belirleyen Ak Parti'nin ikinci Refah olma olasılığını ve Babacan'ın kuracağı partinin kabaca Ak Parti'nin ilk kurulduğu dönemdeki gibi merkez sağ ve seküler bir parti kuracağı izlenimini veriyor.

Bilindiği gibi Refah Partisi'nin dağılması sonrası, partideki muhafazakar ve gelenekçi kanat Fazilet Partisini kurarken, yenilikçi ve daha seküler kanat ise Ak Parti'yi kurmuştu. Ak Parti'nin ilk yılları da bu bağlamda Batı ile ittifak halinde geçmiş, ABD ile ilişkiler olumlu bir ivme kazanmış ve AB üyelik sürecinde ciddi bir mesafe kat edilmişti. Bu ilişkiler çerçevesinde yabancı sermayenin Türkiye'ye girişi kolaylaşmış ve Türkiye 90'lı yılların darboğaz ekonomik düzeninden kurtulmuş ve biraz nefes almıştı.

Geldiğimiz süreçte ise Erdoğan'ın siyasi liderliğinde özellikle dış politikada daha bağımsız bir profil çizilse de, Türkiye içerde artık siyasi olarak bir arayış içerisinde ve Erdoğan sonrası Ak Parti ve diğer partilerin şanslarının eşit olduğu ve Ak Parti'nin 20 yıllık iktidarını göz önünde bulundurduğumuzda; eğer işsizlik ve geçim sıkıntısı başta olmak üzere, Hukuk, Eğitim, Kamuda Liyakatin ön plana alınması gibi konularda gerekli reformları gerçekleştirmezse merkez sağdaki yerini halefi partilere bırakacak gibi görünüyor.

Bu bağlamda Ak Parti'yi Refah Partisi ile özdeşleştirdiğimiz durumda, Gelecek Partisi muhafazakar ve gelenekçi tutumuyla geçmişin Fazilet Partisi gibi dururken, Ali Babacan'ın kuracağı parti, Babacan'ın ortaya koyduğu seküler söylemler ve Batı'ya yakınlığı ile Ak Parti'nin ilk kurulduğu yıllardaki halini anımsatmaktadır. Ali Babacan'ın kuracağı partinin bu bağlamda ikinci bir Ak Parti olacağını düşünüyorum. Temelde Anavatan Partisi’nin çizdiği profile dayanan bu anlayış, İstanbul seçimlerinde büyük bir zafer kazanan Ekrem İmamoğlu'nda da görülmektedir. Bu bağlamda İmamoğlu'nun seçim propagandası sırasında siyasete Anavatan'da başladığını vurgulaması ve Türkiye'nin tabanının dayandığı ağırlıklı düşünce çerçevesinde 2020'li yıllarda siyasetin daha merkez de ve seküler olacağı, Türk milliyetçiliği ile solunun da muhalefet görevini yerine getireceğini düşünüyorum. Mansur Yavaş ise bu bağlamda Türk milliyetçilerinin liderliğine soyunabilir. Kürtlerin de ağırlıklı olarak merkez sağda kurulacak yeni partiyi destekleyeceğini düşünüyorum. Ancak Erdoğan'ın emekliliği sonrası takınacağı tutum ve Ak Parti'nin özellikle Babacan'ın partisine karşı göstereceği refleks tüm bu süreçte ana belirleyici etken olacaktır. Ayrıca Erdoğan gibi gücü konsolide eden bir lider sahada bulunmadığından Türkiye’nin tekrar Parlamenter sisteme geçmesi de oldukça muhtemel gözükmektedir.

Tüm bu siyasi hesaplar bir yerde tahmin konumundadır ve halkın da gündeminde çok fazla değildir. Türkiye'nin geleceğin dünyasında güçlü bir şekilde durabilmesi için özellikle kendi içinde ciddi reformlara imza atması gerekmektedir. Bu bağlamda bu hesaplardan ziyade, bu reformların yerine getirilmesi ve vatandaşlarımızın da bu öncelik çerçevesinde seçimlerini yapması gerektiğini düşünüyorum. Şeyh Edebali'nin Osman Gazi'ye nasihat ettiği gibi devlet insan yaşadıkça var olabilen bir mefhumdur. Günümüzdeki yaşamak anlayışı da hayatta olmanın çok daha ötesine geçmiş ve insanlarımız istedikleri lüks ve konforu bulabilmek için artık farklı ülkelere göç etmeye başlamışlardır. Türkiye'de kalanlar ise ağırlıklı olarak yurtdışı fırsatlarını kovalamaktadır. Bu gerçekleri göz ardı etmek ise hiçbir sorunu çözmeyecektir. Türkiye'nin belki de en önemli sorunu budur. Bu bağlamda Türkiye'de Erdoğan sonrası başlayacak yeni dönemde iktidarın kapısı, insanları Türkiye'de yaşadıkları için mutlu hissettiren partiye ve lidere açılacaktır. Ülkemiz ve milletimiz adına daha güzel günler görmek dileğiyle...

Onur Oruç