Günlerdir ülkemizin farklı bölgelerinde yaşanan yangınlar nedeniyle hepimiz adeta bir cinnet hali yaşıyoruz. Ormanlarımız cayır cayır yanarak kül oluyor. İnsanlarımız ölüyor, evler, bahçeler, ekinler, evcil hayvanlar, bitkiler ve diğer canlılar alevler içinde yok oluyor.

Yangın nedeniyle köyler, kasabalar tahliye edilmiş, binlerce insanımız yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmış, varlıklarının tamamını kaybetmişlerdir. Çığlıkları, göz yaşları, feryat ve figanları yüreklerimizi kanatmıştır.

Akdeniz ormanları kadar Dersim ve Doğu’da da ormanlarımızın yıllardır yandığını ve yok edildiğini hatırlatmak isterim.

Dünyanın bir çok bölgesinde benzer yangınların olması, iklim değişikliğinin başlıca nedenlerden biri olması kuvvetle muhtemel. Yangınların iklimsel nedenlerle mi yoksa kundaklama ile meydana geldiği konusu tartışılırken, Doğa bilicimizi sorgulayan yok!

Kendi ellerimizle yaktığımız ormanları, arazi ve arsalara dönüştürmek için kestiğimiz milyonlarca ağacı, betonlaştırdığımız ve inşaat sahalarına çevirdiğimiz on binlerce hektarlık alanları, kuruttuğumuz nehirleri, kirlettiğimiz denizleri, öldürdüğümüz canlıları soran-sorgulayan yok!

Rant ve para uğruna imara açılmayan, HES ve TOKİ marifetiyle talan edilmeyen, yağmalanmayan, para ve zevk için tahrip edilmeyen alanlar kalmayınca sıranın ormanlara geleceğini hesaba katmamış olmak bizim gafletimiz olsa gerek!

Kızılderili Atasözü sanki bizim için söylenmiş:

"Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak."

İnşa edilen külliyeler (saraylar), camiler, kamu binaları dahi doğal alanlar tahrip edilerek, imara açılarak yapıldıkları dikkate alındığında durumun vahameti, doğaya karşı duyarlılığımızı, bilinç seviyemizi ve bizi yönetenlerin dünyevi hırsını ortaya koymak için yeterli örneklerdir.

Doğayı tahrip eden devlet olunca, daha açık bir ifade ile doğanın katili, yasa-kanun-kural tanımayan devlet olursa vatandaşın talan ve yağmasını engellemek mümkün olabilir mi?

İstanbul başta olmak üzere dikilen kulelere, yeşil alansız yapılara, üzerine beton dökülmüş gibi duran kentlere bakmak, doğanın nasıl katledildiğini anlamamız için hiç de zor değildir. Anlayacağınız “ihanet”; sadece İstanbul’a değil, Türkiye’ye yapılmıştır.

1871 yılında Stoney Kızılderilisi Tatanga Mani’nin (Yürüyen Boğa), Londra'da bir konferansta yaptığı şu açıklamalar hepimiz için bir ders niteliğindedir:

“Dağlar ve vadiler her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde birçok insan çıplak ayaklarıyla toprağa basmadan ölmektedir. Saksıdaki çiçekler gibi, arazideki bitkilerin ve tabi o bitkilerin arasında barınan hayvanların büyülü yayılışını göremeden solmaktadır....

İnsanlar, Yüce Ruh’un yarattığı sahnelerden uzakta yaşayınca onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar.

Siz Beyazlar, Yüce Ruh’u unutmuş olduğunuzdan bizi vahşi sandınız. Biz, güneşe, aya, rüzgâra ve dağlara övgüler düzerken siz bizim putlara taptığımızı sandınız. Hiç anlamadan, dinlemeden bizi kayıp ruhlar ilan ederek dostluğumuzu düşman ettiniz.

Doğaya ve doğanın Yüce Ruhu’na yakın yaşayan Kızılderililer karanlıkta değildir. Sizin Tanrı’nıza dahi, bize putperest diyen Beyazların çoğundan daha fazla imanla yakın durmaktayız.

Ağaçların konuştuğunu bilir misiniz? Evet, konuşurlar; kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun, Beyazların dinlemeyi bilmemesidir.

Kızılderili’yi dinlemeyi hiçbir zaman öğrenemediniz; sizin, doğadaki diğer sesleri dinleyeceğinizi hiç sanmam. Beyaz medeniyet kendi elleriyle beslediği felaketini kapısında görmeden, Yüce Ruh ve onun doğasını dinlemeyecektir.

Bu aymazlık size mutsuzluk ve soysuzluk getirecektir. Anca ağaçların, hayvanların ve suların dostu beyazlar, Yüce Ruh’un ve dolayısıyla kendilerinin ve Kızılderililerin gerçek dostlarından olabilir...!”

Bu durumda devlet yetkililerinin yaptığı açıklamaların bir önemi var mı? Bırakınız iktidarın ve sorumluların duyarsızlığını bir tarafa, yangınlar için alınmış hangi önlemlerden söz edilebilir?

Bir ormanı dahi söndüremeyen bir devlet, nasıl bir itibara ve güce sahip olabilir ki?

Devletin acziyetinden, çaresizliğinden utanç duymamak mümkün mü?

Gerçekliğimizle yüzleşmek yerine, yangınlardan husumet devşirmek nasıl bir siyaset tarzıdır?

İnsanlar, evlerinin ve canlarının derdindeyken acı ve göz yaşından politik çıkar sağlamak nasıl bir siyaset anlayışıdır?

Acziyetlerini ve utançlarını örtmek için öfke dilini kullanmak, bir kitleyi hedef göstermek, düşmanlığı körüklemek, dini ve milli hamaset yapmak cahil kitleleri aldatmaya yetebilir ancak dünyayı aldatmak artık mümkün değildir.

Türkiye’nin, artık yasalarla yönetilmeyen ve keyfilikle de hamasetle de yönetilemez bir duruma geldiği ortadadır.

Çok ufak bir ayrıntı olarak değerlendirilebilecek bir örnekle bu iddiamın gerçekliği ortaya çıkacaktır:

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 31 Temmuz Cumartesi günü Marmaris'te yangın bölgesinde yaptığı açıklamada: “Ormanlarımızı yakanları bulup ciğerlerini yakmak boynumuzun borcudur” İfadesi, keyfilik ve hukuksuzluk için yeterli ve somut bir delil değil midir?

Bu açıklamadan kişisel olarak bir kez daha dehşete düştüm. Cezaların dahi keyfiyetle belirlenmesi bir toplum için yangınlardan daha büyük felaket sayılması gerektiğini düşünüyorum.

Hangi Yasa’da bir suçlunun ciğerlerinin yakılacağı hükmü vardır?

Bir devletin kanunlarını öncelikle devletin en üst mercii olan Cumhurbaşkanının hatırlatması gerekmez mi?

Söylenmesi gereken; “suçluların yakalanıp yargıya teslim edileceği ve gereken cezalara çarptırılacağı” biçiminde olması değil miydi?

Ülkenin yönetim tarzı, siyasi üslubu, siyaset dili değişmedikçe gerçeklerle yüzleşmemizin mümkün olmayacağını düşünüyorum. Siyasetçiler ve yöneticiler kadar alkışlayanların da suçlu, seyredenlerin de sorumlu olduğunu unutmayalım.

Öfke-nefret ve fitne siyasetinin, hukuksuzluk, ayırımcılık ve keyfiliğin, en önemlisi de dinbazlıkla harmanlanmış şovenizmin, ülkemizi yangınlardan çok daha tesirli ve etkili olarak tahrip edeceğinden büyük endişe duyuyorum.

Abdulbaki Erdoğmuş