Türkiye’nin bölgesinde bir barış ve istikrar ülkesi olması beklenirken, istikrarsızlığın ve savaşın bir parçası haline gelmesi, makul insanlar için bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı oluşturmaktadır. Özellikle de “Müslümanlık” iddiası veya Neo-Osmanlıcı bir zihniyet ile Bölge devletlerinin içişlerine müdahil olunması, Türkiye’nin kuruluş felsefesine ve Cumhuriyet projesine aykırı ve zıt görülmektedir.

Bilim ve teknolojide dünyanın gerisinde kalmış, askeri gücüne rağmen savaşlarda hezimete uğramış, ekonomisi, ticareti çökmüş, parçalanmış, dağılmış bir imparatorluk ruhunu yeniden diriltme çabaları çağın ruhuna aykırı olduğu kadar, akla, siyasal ve bilimsel gerçekliğe de aykırıdır.

Buna rağmen siyasal iktidarın bilerek, planlayarak bu kirli savaşa dâhil olması son derce düşündürücü ve endişe vericidir. Olanlar karşısında muhalefet şaşkın, aydınlar suskun, akademisyenler ve ulema/din adamları, devlet/saray etrafında pervane olmuş durumdadır.

“İslam kardeşliği”, “ümmet”, “İslam birliği” iddialarını unutan kesimler, Müslüman kardeşlerine yönelik saldırılarla elde edilecek “ganimet” umuduyla salyalarını akıtmaktadırlar. Sarayı, israfı, talanı ve otoriter-ceberut yönetimi uydurdukları din ile meşrulaştıranlar, aynı gerekçelerle Irak-Suriye-Libya gibi kendi dinlerinden olan Müslüman ülkelerle savaşmayı haklı çıkarmanın gayretine girmişlerdir.

Diyanet-Tarikat-Cemaat camiasının politize edilerek sisteme entegre edilmesiyle tamamlanan milli-manevi-devletçi projenin yeni hedefinin Ortadoğu yıkımından pay ve ganimet almak olduğu çok açıktır. Komşudaki yangını söndürmek yerine yangını alevlendirerek geriye kalanı paymal etmenin bir strateji olarak benimsendiğini görüyoruz.

Bir kez daha “Müslümanlık” iddiasının siyaset/iktidar ve örgütlü dini kesimler için bir hamaset ve sömürü aracı olduğuna tanıklık etmekteyiz. Umera ve ulemanın işbirliği ile Ortaçağ Hristiyan dünyasına benzer bir çıkmaza girdiğimizden şüphe ediyorum. Ancak Müslüman coğrafyasındaki bozulmanın dayanağı Ortaçağ Hristiyanlığı değildir.

Camilerin siyasi propaganda merkezlerine dönüşmesi, minberlerden muhalefete hakaretler yağdırılması, dini yapılanmaların parti çalışmalarında görünür hale gelmesi, âlim-şeyh-hoca efendi olarak bilinenlerin iktidar yandaşlığı gibi son derece vahim gelişmeler, bana Emevi döneminin ahlak ve hukuktan yoksun siyasetini hatırlatmaktadır.

Muaviye ile birlikte ulemanın ümeraya tabi olmasıyla başlayan devletçi/saray merkezli politikalar, zamanla dini de siyasete/devlete göre şekillendirmiştir. Tarih boyunca Müslümanların kurduğu imparatorluk ve devletlerin tamamı bu geleneği sürdürmüştür.

Müslümanların dini inançları, dini yaşam ve uygulamaları, dini kültür ve alışkanlıkları, dini öğretim ve eğitimi, yönetim ve siyaset anlayışı, hukuk/şeriat ve yasaları bu geleneğin oluşturduğu referanslarla biçimlenmiştir.

Esas itibariyle İslam’dan sapma olan bu geleneğin, yine “İslam” olarak tanımlanması İslam’ın kalbine zehirli bir hançer olarak saplanmıştır. Zamanla bu zehir, ulemanın yanı sıra aydın ve entelektüelerin de kanına karışarak İslam düşüncesini de etkilemiştir. Düşüncede başlayan çürüme, ne yazık ki Müslümanların aklını, irfanını, ferasetini de geriletmiştir.

Zemini sivil ve toplumsal alan olması gereken kesimler, hakikatleri örtmek gibi bir görev üstlendiklerinde yozlaşma ve çürüme kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.

Gerçekten de "Bir toplumda mesleği hakikat olanlar (ulema), mesleği siyaset/popülizm olanlara (umera) tabi olursa, o toplumda Hakk incinir, çürüme başlar." Tam da böyle oldu.

Müslümanların devlet geleneğinde, Saray/iktidar destekli ulemanın etkin ve yetkin bir konuma gelmesi, zaman içerisinde mütefekkirlerin, filozofların, münevver bilginlerin, bağımsız âlimlerin, müceddid ve entelektüellerin yalnızlaşmalarına, dışlanmalarına, kimi zaman da mürted ve hain ilan edilerek öldürülmelerine yol açmıştır. İşkence edilerek, derisi yüzülerek öldürülen pek çok münevver âlim biliyoruz.

Günümüzde artık herkesin açıkça gözlemlediği somut örneklerden anlaşılacağı üzere, her dönemde, istisnaları olsa da genel olarak uluma, din adamları, medrese-cemaat-tarikat liderleri, modern tanımıyla akademisyenler, rektör-dekan gibi üniversite yöneticileri, bilim kurulları, hukuk adamları, yazarlar, sanatçılar “Rüzgâr yönüne göre hareket eden buğday başakları” gibi ümeranın/yöneticilerin etrafında dönmeleri, din-toplum-sosyal-siyasal-kültürel ve dahası sivil alanda da yozlaşmaya, çürümeye ve bugün olduğu gibi kokuşmaya ve yıkıma neden olmaktadır.

Ne güzel ifade etmiş Şair:

"Geçmişten adam hisse kaparmış.. Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?.."

Abdulbaki Erdoğmuş