Evrenin bir ölçü (mizan) ile yaratıldığı ve adalet ile devamlılığını sürdürdüğünü biliyoruz. İnsanoğlu ise egemenlik arzusuna yenik düşmüş olarak adalet yerine zulmü ve zulmetmeyi tercih etmektedir.

Ne yazık ki din-devlet-siyaset-güç-iktidar mücadelelerinin temelinde de bu egemenlik arzusu yatmaktadır. Bu arzularına ulaşmak için insanlar öldürülmekte, katliamlar-soykırımlar işlenmekte, şehirler-ülkeler yakılıp yıkılmakta ve milyonlarcası da yerinden yurdundan çıkarılmaktadır.

Yeryüzünün tamamında benzer olaylar yaşanmış ve büyük kısmında hala yaşanmaya devam edilmektedir. Bizim coğrafyamız da bu acıların ve trajedilerin çokça yaşandığı bir coğrafyadır. Devamlılığı bakımından birçok bölgeden de ayrışmaktadır. Asırlardır, savaş, katliam, tehcir gibi trajedilere aralıksız beşiklik etmektedir.

Kildaniler de coğrafyamızda bu trajediyi yaşayan mazlum halklardan biridir. Doğu Asurlar, Doğu Süryaniler olarak da tanımlanırlar. Kildaniler; Süryani asıllı Katolikler olarak bilinmektedirler. Mezopotamya’da Hz. İsa’ya inanan ilk Hıristiyan topluluklardan biridir. Daha sonra Müslümanlarla aynı coğrafyada asırlarca birlikte yaşadılar.

20. yüzyılın başlarına kadar Türkiye-Suriye-Irak ve İran’da yaklaşık bir milyon Kildani nüfus barındıran coğrafyamızda bugün birkaç binden söz ediyoruz. Ülkemizde ise bu sayı birkaç aileye düşmektedir. 1915 Ermeni katliamlarında Süryani ve Kildaniler de büyük bir kıyımdan geçirildi, kalanlar da göçe zorlandı.

Ülkemizde Siirt-Mardin ve Diyarbakır’da yaşayan Kildanilerin 2. Dünya Savaşı ile başlayan yeni baskılar sonucu yoğun olarak göç ettikleri, geri de kalan çok az sayıda ailenin de 1980’den sonra Bölgeyi terk ettikleri bilinmektedir. Kendilerine yapılan zulmü tarif etmek için kullanacağım kelimeler yetersiz gelecektir ancak bu göçün, diğer gayr-i müslim unsurların tehciri gibi Bölgeyi sanat, bilgi, kültür, mimari, edebiyat gibi alanlarda kuraklaştırdığını belirtmeliyim.

Günümüzde Erbil, Musul, Bağdat başta olmak üzere Mezopotamya coğrafyasının her bölgesinde az sayıda da olsa varlıklarını sürdürmektedirler. İran ve Lübnan’da da yoğun bir nüfus yaşamaktadır. Ancak savaşlardan ve terör saldırılarından en çok etkilenen toplumlardan biridir.

Yakın dönemde Ninova’da bulunan ve birçok el yazma belgenin, tarihi eserlerin bulunduğu Mar Matta manastırı, Haziran 2014’te IŞİD tarafından bombalanarak tahrip edilmişti.

Türkiye’de ise durum daha farklıdır. Topluluk olarak varlıklarından söz edemiyoruz. Güneydoğu bölgemizde birkaç aile ancak topraklarında yaşamayı başarabilmiştir. Bildiğim kadarıyla da Diyarbakır’da birkaç aile yalnız yaşıyor. Umarım hiçbir baskı ve zorlama bu aileleri memleketlerinden koparamayacaktır.

Farklılıkları yok sayan bir siyasal sistemde nasıl var olunabilir ki? Çeşitliliği, kültürel ve etnik çoğulculuğu bir tehdit gören yönetimlerin tamamında “tek tip yurttaş” dayatması hep trajedilerin yaşanmasına neden olmuştur. Türkiye’de olduğu gibi farklılıkların yok sayıldığı ülkelerde ne yazık ki büyük acılar aralıksız yaşanmaya devam etmektedir.

Resmî ideoloji ve otoriter sistemin “tek millet-tek ulus-tek din” dayatması bugün de toplumsal birlikteliğimiz ve ülke bütünlüğü için en büyük tehdit oluşturmaktadır. Siyasal iktidarın, kendisi gibi düşünmeyen herkesi “hain” görüp düşmanlaştırması, farklı kesimleri güvensizlik, korku ve endişeye sevk etmekte, bunun sonucu olarak da toplumsal ayrışmayı hızlandırmaktadır. Farklı olmanın ve farklı inanmanın hukuki güvencesi olmadan hangi unsur kendisini güvende hissedebilir ki?

Rumlar, Museviler, Ermeniler, Süryaniler, Kildaniler gibi bu coğrafyanın asli unsurlarının göçe zorlanması gerçekte büyük kayıplara, zararlara, sanat ve fikri çoraklığa sebep olmuştur. En önemlisi de çeşitliliğimizi, kültürel zenginliğimizi, ortak değerlerimizi, bilgi birikimimizi, insanlık hazinemizi kaybettik. Onlardan sonra kasaba kültürüne mahkûm olduk. Sadece bunun vebali ve zararı ibret almak için bize yeter sanırım.

Peki ya Ötekileştirilenler? Egemenlik araçları olan ırkçılık, ulusçuluk, milliyetçilik ve dincilik gibi ideolojik baskılar karşısında kendi topraklarını, ana yurtlarını, köylerini, evlerini, iş yerlerini, bağ-bahçelerini terk etmek zorunda kalmanın nasıl bir travmaya yol açabileceğini hiç düşündük mü?

Böyle bir travmayı ve trajediyi yaşayan unsurlardan biridir Kildaniler! Oysa gerçekte varlıkları sorun değildi, yoklukları sorun oldu. Onlar mağdur ve mazlum oldular. Ancak onları yurtlarından, topraklarından koparanlar zalim oldular.

“Zalimlerin yolundan yürümeyen kutsaldır. Ve günahkarların düşüncesiyle ayağa kalkmayan. (Qanona: ) “Boyunduruğunu taşıyan kişi kutsaldır: Ve senin yasanı, ya Rab gece ve gündüz düşünen.” (Mezmur 1/1)

Abdulbaki Erdoğmuş