Bilindiği gibi Kürtler, coğrafyamızın kadim halklarından ve Mezopotamya medeniyetlerinin kurucu unsurlarından biridir. Tarih boyunca kendi coğrafyalarında başat rol oynamışlardır. Birçok medeniyet ve kültürden etkilendikleri gibi, tarihin bazı dönemlerinde de kültürlerin oluşmasında etkin ve belirleyici olmuşlardır.

Ulus/milli devletlerin kuruluşu döneminde bağımsız devlet olamamanın sonucu olarak dört parçaya bölünmüş bölgenin tek halkıdır. Bölünmüş olmalarına rağmen “bölücü” olarak tanımlanmanın da talihsizliğini yaşamakta olan bir halktır Kürtler!

 Türklerle ortak kaderleri ise “Müslümanlık” ortak paydasıyla başlamıştır. Müslüman Türklerin Anadolu’ya hâkim olmalarına yardımcı oldukları gibi, İran’a karşı Osmanlı ile ittifak kurarak Türklerle daha çok kaynaşmaya başlamışlardır.

Osmanlı; Ortadoğu, Hicaz bölgesi, Mısır, dolayısıyla Afrika coğrafyasına bu ittifak sonucu hâkim olmuştur. Rusya ve Balkan ülkeleriyle yapılan savaşlarda da Osmanlı’yı yalnız bırakmayan Kürtler, Osmanlı’nın dağılmasına kadar da ayrılmayan ve hilafete bağlı kalan tek Müslüman unsur olmuşlardır.

Çanakkale ve Kurtuluş savaşları başta olmak üzere Türklerle hep birlikte olmuş bu halk, cumhuriyet devletinin ilanıyla birlikte yok sayılmış “düşman” ve “bölücü” unsur olarak boyun eğdirilmesi ve asimile edilmesi gereken bir unsur olarak hedef seçilmişlerdir.

Yaklaşık bir asırdır Suriye, Irak, İran’da olduğu gibi Türkiye’de de şiddete ve katliamlara maruz kalmışlardır. Dört devlet tarafından ortaklaşa ve işbirliği ile sindirilmeye çalışan belki de dünyada tek halktır Kürtler..!

Kürtleri tanımak, anlamak isteyenler,  merak edip araştırmaları durumunda Ortadoğu’nun en mazlum halkı olduğunu göreceklerdir.

Türkiye Kürtlerinin yaşadıklarını yazmak için ise makaleler yetmez, yaşanan trajedileri ancak ciltler dolusu kitaplarla anlatmak gerekir.

Müttefikleri tarafından Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim ve Ağrı baskınlarında kitlesel, Zilan gibi onlarca yerleşim merkezlerinde de mahallî katliamlara maruz kalmış, binlerce bireyini faili meçhul cinayetlerle kurban vermiş, kimliği, tarihi inkâr edilmiş, anadili dahi yasaklanmış, nice trajediler yaşamış bir halk karşımıza çıkar!

Çanakkale’de İngilizlere karşı Türklerle aynı cephede ve aynı saflarda savaşan Kürtlerin, ana dilleri yasaklanırken, işgalci İngilizlerin dili olan İngilizcenin devlet okullarında zorunlu hale getirilmesi bir trajedi değil de nedir?

Kurtuluş Savaşında Fransızlara karşı savaşan Kürtlerin dillerini yasaklayıp, İşgalci Fransa’nın dili olan Fransızcayı devlet okullarında zorunlu ders olarak okutmak trajedi değil de nedir?

İnkârcıları, ırkçıları, zalimleri anlıyorum da Müslümanları anlamakta zorlanıyorum. Allah’ın ayetlerinden olan Anadil ’in yasaklanmasını kabullenmek, destek vermek Müslüman kimliği ile mümkün değilken, nasıl olur da bir ayeti yok saymayı görmezden gelebiliyorlar ve içlerine sindirebiliyorlar? Peki, bu durum, bir trajedi değil de nedir?

Ne yazık ki bu trajediler geçmişte kalmış değildir, bugün de devam ediyor! Yaklaşık 40 yıldır PKK ve “devletin bekası” gerekçesiyle yaşananlar ancak “trajedi” ile tanımlanabilir.

Evet, PKK, siyasal bir örgüt olarak şiddeti ve terörü bir yöntem olarak seçmiştir. Hiçbir devlet, egemen olduğu topraklarda muhalif silahlı unsurların varlığına izin vermez/veremez.

Bu bağlamda Türkiye’nin de şiddete karşı şiddetle cevap vermesi yadırganamaz. Ancak Türkiye, silahlı unsurlara karşı hukukun dışına çıkarak orantısız güç kullanmakla kalmamış, sivil halka yönelik de aynı şiddeti uygulamıştır.

Örgüt’ ün, Korucu ailelerine, yolculara, masum öğretmen ve memurlara uyguladığı terör ve şiddetin bir benzerini devletin güvenlik güçleri masum-sivil halka uygulamıştır.

Köyler, bağlar, bahçeler, ormanlar yakılmış, binlerce köy boşaltılmış, milyonlarca insan yerinden, yurdundan göç etmek zorunda bırakılmış, binlerce insan faili meçhul cinayetlerle infaz edilmiş, binlerce memur sürülmüş, görevlerinden uzaklaştırılmış, on binlerce insan “terör” suçlamasıyla tutuklanmış, ağır cezalara çarpıtılmış, anlayacağınız kitlesel işkencelere maruz bırakılmışlardır!

Bununla da yetinilmemiş, kadın-erkek-genç-yaşlı ayırımı yapılmadan köy meydanında topladıklara insanlara dışkı yedirilmiş, insanlar asit kuyularına atılmış, iş makinaları ile kazılan çukurlara katledilen sivil insanlar topluca gömülmüştür.

Daha yakın tarihte Diyarbakır Sur, Cizre ve Nusaybin kentlerinde Örgüt’ün aylarca silah ve cephane yığmasına, hendek ve tüneller kazmasına göz yuman ve sessiz kalan güvenlik birimlerinin, daha sonra kentleri nasıl tahrip ettiklerini, binlerce yıllık mirası nasıl yok ettiklerini iktidar ve muhalefetiyle hep birlikte izledik.

Katledilen insanların ve enkaz altında kalan cenazelerin alınmasına ve gömülmesine günlerce izin verilmemişti. Kokmasın diye bir çocuk cesedinin ailesi tarafından buzdolabında saklandığını sadece biz değil dünya şahit oldu.

28 Aralık 2011 gecesi, Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Roboski bölgesinde, F-16 savaş uçaklarıyla yapılan bombardıman sonucunda aynı köyden 34 masum sivilin hayatını kaybettiği olayı anlamayacak kadar duyarsız olmak mümkün mü? 

En önemlisi de olayların hiç birisinin sorumluları belirlenmemiş ve failler cezalandırılmamıştır. Elbette bütün bunların siyasi sorumluları da vardır. PKK gerekçesiyle bu haksızlık ve hukuksuzluğu meşru kabul etmek insani, vicdani ve ahlaki olabilir mi?

PKK ve devlet politikaları arasına sıkışmış, taraf olmaya zorlanan milyonlarca sivil insanın nasıl bir travma yaşadığını ancak vicdan sahibi ve empati yapanlar anlayabilir!

Kürtler, ülkelerini sevmek için devlet şiddetine, hak ve hürriyet talepleri için de PKK şiddetine taraf olmaya zorlandılar. Bu durumun nasıl bir travmaya yol açtığını 85 milyonun kaçta kaçı biliyor?

Asimile olmuş ve kimlik bilincinden yoksun milyonlarca Kürdü kapsam dışında tutarak belirtmeliyim ki, Kürtlerin ezici çoğunluğu, Türkiye’nin bütünlüğü konusunda en az Türkler kadar duyarlıdır. Bu yönüyle Kürtleri sorgulamak, suçlamak büyük bir haksızlıktır.

Buna rağmen Kürtlerin büyük çoğunluğunun “bölücü” ve “düşman” görülmesinin sebebi nedir?

Açıkça ifade etmeliyim ki, Kürtleri düşman ve bölücü kılan; hak ve hürriyet talepleridir. “Türklük” dayatmasına karşı çıkmalarıdır. Çoğulculuk, demokrasi, eşitlik, hukuk ve adalet mücadeleleridir. Barış içinde eşit yurttaşlar olarak kimlikleriyle var olma istekleridir. Hukuk güvencesinde aidiyetlerini, kültürlerini, yurtlarını, tarihlerini, coğrafyalarını sahiplenmeyi arzulamalarıdır.

Bu taleplerin hangisi bölücülüktür? Bunlardan hangisi Türkler dâhil diğer unsurlar ve 85 milyon yurttaş için gerekli değildir? Bunlardan bir tanesi dahi insan haklarına, hukuka ve çoğulcu demokrasiye aykırılık arz ediyor mu?

Bu taleplerden hangisi Resul-ü Ekrem’in (s.a.s) Veda Hutbesi’ ne, Türkiye’nin de imzacılarından olduğu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır?

Ayrıca Kürtler istiyor diye 85 milyon vatandaşı hürriyetlerinden, haklarından, nitelikli eğitimden, hukuk devletinden, insanca refah içinde yaşamaktan, muasır medeniyetten mahrum bırakmak nasıl bir vatanseverliktir?

Kürtlersiz demokrasiye, hukuk devletine ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmak mümkün değildir. Türkiye, Türklerin olduğu kadar Kürtlerindir de. Ülkemize, 85 milyon insanımızın eşit ve özgür yurttaşlığını ‘çoğulculuk’ içerisinde hukuk güvencesine alarak sahip çıkmak hepimizin ortak sorumluluğu ve görevi kabul etmeliyiz.

Unutmayalım, hep birlikte ve haklarımızla ancak TÜRKİYE olabiliriz!

Abdulbaki Erdoğmuş