Dindarlık, farklı biçimlerde tanımlansa da, ‘kişinin veya toplumun bir dini özünden kavraması ve ilkelerini yaşam tarzı olarak benimsemesi’ olarak tanımlamayı daha uygun görüyorum. Bu bağlamda özünden sapmış, tahrif olmuş veya uydurulmuş bir dini yaşamın “dindarlık” olarak tanımlanmasını doğru bulmuyorum.

Bu tanımlama ile risk aldığımı ve haklı-haksız itirazlara muhatap olacağımı da biliyorum. Ancak İslam’ın karşı karşıya bulunduğu itham ve suçlamaların bir kısmının dayanağı, yanlış dindarlık algısından kaynaklandığı kanaatinde olduğum için risk almaya değer buluyorum.

Kişisel olarak İslam dindarlığını diğer dinlerde kabul gören dindarlıklardan çok farklı ve çok daha önemli bulduğumu ifade etmeliyim. Çünkü aklı, bilgiyi, öğrenmeyi, ilmi, medenileşmeyi ‘dindarlık’ merkezine alan sadece İslam’dır.

Kur’an’ın ilk emrinin, “oku!” İle başlaması cahiliyeyi, cehaleti ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Çünkü “ikra-oku” sadece okumakla yetinmek değil, öğrenmeyi, anlamayı, anlatmayı, bilgi edinmeyi ve hayata akıl ve bilgi ila bakmayı içermektedir. Bu da İslam’ın insana, evreni ve içindekilerini bilgi ve araştırmalarla keşfetmesini ve anlamasını emrettiğini göstermektedir.

Peygamber’in (s) arkadaşları da ‘Oku’ emrinin gereği olarak cahiliyeyi ve cehaleti terk edip bilgi ve hikmeti öğrenerek değiştiler ve Kur’an nuru ve Resul-ü Ekrem’in rehberliğinde çağı aydınlatmanın ve bilgi toplumu inşa etmenin peşine düştüler.

Bunun sonucu olarak bir cahiliye, kan ve savaş beldesi olan Yesrip’te akıl, bilgi, ilim, irfan, ahlak, adalet gibi ilkeleri temel alan yeni ve çağlar ötesi bir medeniyet meşalesi yaktılar.

Bu medeniyetin ifadesi olarak Yesrip şehri, ‘Medine’ olarak tanımlanırken, cahiliye ve kabile toplumu da bilgi ve barış toplumu olarak isimlendirilmeye başlandı. Artık İslam’ın merkezinde ‘Tevhid-Adalet-Ahlak ve Medeniyet’ vardı. Kanaatime göre İslam dindarlığı da bu medeniyetin gereğini yapmaktı.

İslam dindarlığı, “din” adına dünyada egemenlik kurmak, hükümranlık, hâkimiyet tesis etmek, güç ve iktidar sahibi olmak peşinde olmak değil, imar, inşa, ıslah ve adalet peşindedir. Medeniyetin ve her medeni insanın da amacı bu değil mi?

İslam dindarlığı, Müslüman-Gayr-i Müslim, Siyah-Beyaz, Arap-Acem, etnik, inanç, sınıf, cinsiyet ayırımı yapmayı doğru bulmaz. İyi ile kötü, maruf ile münker, hayır ile şer, doğru ile yalan, hak ile batıl, adalet ile zulüm, ezen ile ezilen, cehalet ile ilim, ilkellik ile medenilik ayırımı yapar, insanlığın yararına olanı tercih eder.

Bu istikamette yol alındığı süre içinde Mü’minler İslam ile saygınlık, itibar, izzet ve şeref kazandılar, örnek alındılar ve en hayırlı toplum unvanını elde ettiler.

“Siz, insanlığ(ın iyiliği) için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız..” (Al-i İmran suresi. 3/110)

Peki, Ne oldu da Müslümanlar İslam dindarlığını/medeniyeti terk edip cahiliyeye ve cehalete teslim oldular?

İslam evrenseldir, hakikatlerin ve çağların tamamını içerir, insana ve insanlığa hitap eder! Akıl, bilgi, araştırmalarla ve Kur’an ışığında hidayete ulaşmayı tavsiye eder.

İslam dindarlığında Mü’minler, dinlerini ve ibadetlerini yalnız Allah’a has kılar ve yalnız Allah’a ibadet ederler.

İslam dindarlığında ibadet eylemi, Rabbini bilmenin ve verilen nimetlere karşı ihlasla bir şükrün edasıdır. Allah’tan başka bir güce tapmamanın, yalnız ondan yardım dilemenin ve yalnız ona ibadet etmenin bir gereğidir.

İslam dindarlığında, ibadetlerinin karşılığında bir saygınlık ve itibar peşinde olunmaz. Ticaretinde, siyasetinde, yönetiminde, insan ilişkilerinde referansı ibadet değil, adalettir, güvenirliliktir, dürüstlüktür, ahde vefa göstermek ve sözünde durmaktır.

“De ki: «Bana, dini sadece kendisine halis kılarak Allah’a ibadet etmem emredildi.» (Zümer Suresi-39/11)

Muazzez Peygamber (s) ve aziz arkadaşları tam da böyle yaptılar ve insanlığa örnek, seçkin bir topluluk oldular.

Ne yazık ki peygamberden sonra, zamanla İslam dindarlığının esaslarını oluşturan Tevhid, akıl, bilgi/ilim, iman, irfan, ahlak, hürriyet, adalet, emanet, takva/sorumluluk, cihad/hak mücadelesi gibi ilkeler yerine taklit, tavassut, ittiba, hilafet/saltanat, Fetih/savaş, iktidar, devlet gibi kutsanmış olgulara esir, padişahlara, din adamlarına, şeyhlere, türbelere, dergâhlara “kul” olmuş bir “Müslümanlık” tesis edildi.

İslam’ın evrensel ve her çağda vazgeçilmez olan medeniyet ilkeleri yerine egemen Emevi/Arap kültürü, peygambere dayandırılarak “Sünnet!” adıyla Müslüman topluma dayatıldı ve savaşlarla genişlettikleri coğrafyalara “İslam!” olarak yaydılar.

Emevilerle başlayan bu süreç, Osmanlılara kadar din-iktidar/devlet-siyaset-kutsanmış sembollerle iç içe geçmiş ve işbirliği içinde bu statüko muhafaza edilmiştir.

Modern dönemde de aynı statüko gelenekselleştirilmiş din üzerinden farklı politikalarla sürdürülmüş, Fetva kurulları, Diyanet gibi kurumlar marifetiyle yasal olarak resmi ideolojiye eklemlenmiş, din adamları, cemaatler ve tarikatlar marifetiyle de toplumsal alana eklemlenmiştir.

Peygambere (s.aa.s.) isnat edilen on binlerce uydurma hadislerle bizzat peygamberin kendisini insanlığa ve inananlara örnek olmaktan uzaklaştırmışlardır. Menkıbeler, hikâyeler uydurularak ‘İslam Peygamberi’ olmaktan çıkarıp “Müslümanların Peygamberi” olarak kabul görmesini sağlamışlardır. Böylece İslam yerine Müslümanlık, uydurulmuş bir din olarak hayat bulmaya başlamıştır.

Denilebilir ki ‘akletmek’ başta olmak üzere medeniyet ilklerini, yani İslam dindarlığını terk ettikleri için Müslümanlar cehalete, zillete ve sefil hale düştüler. Oysa İslam, her daim aziz ve üstündür.

İslam dindarlığında okumayan, araştırmayan cahilden dindar, cennet pazarlayan din adamından mürşit, zalim ve müşrikten yönetici, liyakat-ehliyet-adalet ve ahlak yoksunundan lider, hırsız zenginden hayırsever, saray ve iktidar dalkavuklarından ulema, el-etek öpen itibarsızlardan siyasetçi olmaz!

Kuşkusuz akleden, okuyan, sorgulayan, araştıran, tefekkür ve tezekkür eden mutasavvufları, ilim-irfan-hikmet sahibi din bilginlerini, Münevver ulemayı, adil ve bilgili devlet ve siyaset adamlarını muteber gördüğümü ve onları ‘İslam dindarlığı’ kapsamında değerlendirdiğimi belirtmeliyim.

Müslümanlık, artık egemenlerin, şarlatan din adamlarının, cemaat ve Diyanetin, din tacirlerinin, parti ve politikacılarının sömürü aracı, ulusların, toplumların ve bireylerin bir geleneği ve kültürü haline gelmiştir. İhtiyacımız olan; “Müslümanlık dindarlığı” değil, İslam dindarlığıdır.

Abdulbaki Erdoğmuş