Robert Koleji olarak 16 Eylül 1863'te kurulan okul, yönetim kurulunun 26 Ocak 1971’de aldığı kararla ‘üniversite’ olmak üzere devlete devri yapılmıştır.

Aynı yıl, 10 Eylül 1971'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla Boğaziçi Üniversitesi olarak kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Bazı milletvekillerinin “Fatih Üniversitesi” olarak adlandırılmasına ilişkin önerisi kabul görmemiş, bugünkü adıyla kurulması kararlaştırılmıştır.

Bilindiği gibi Robert Koleji, adını Fransız kökenli Amerikalı tüccar Christopher Rhinelander Robert’den almıştır. Kolej’in bütün giderleri Robert tarafından karşılanıyordu.

Ancak Kolej projesinin asıl mimarı İstanbul’a yerleşmiş Amerikalı misyonerlerden Cyrus Hamlin’dir. Kolej, Amerikan Hükümetinin desteği ve Osmanlı yönetiminin izniyle kurulmuştur. Ayrıca Kolej’e Amerikan bayrağı asma hakkı da aynı dönemde verilmiştir.

Fransız kökenli Amerikalı Robert’ın finans desteği ile kurulan Kolej, 4 öğrenciyle açılmış ve daha sonra en saygın okullardan biri olarak öğrenci akınına uğramıştır. Kuşkusuz bu başarının arkasında 1863-1877 yılları arasında 24 yıl Kolej müdürlüğünü yapan misyoner Cyrus Hamlin’dir.

Üniversite’nin tarihi süreci dikkate alındığında, milliyetçi ve dinbaz çevrelerin yaklaşımını anlamak sanırım daha kolay olacaktır. Ayrıca seçkin bir üniversite olması da bu çevreler için bir öfke ve nefret sebebi oluşturmuş olabilir.

1863’te dört öğrenci ile açılan Kolej, bugün Boğaziçi Üniversitesi olarak en saygın birkaç üniversiteden birisidir. Üniversitelere giriş sınavında en yüksek puanları alan öğrencilerin girebildiği bir ‘Üniversite’ olması da önemini artırmaktadır.

Boğaziçi Üniversitesi'nde eğitim dili İngilizcedir. Yüksek puanla birlikte belli bir derecede İngilizce dil bilgisine de sahip olma koşulu vardır.

Bu yüzden kazanan öğrencilerin belirli bir İngilizce bilgisine sahip olduklarını Üniversite Senatosu tarafından kabul edilen bir sınavla kanıtlamaları gerekir. Bu durumda Boğaziçi Üniversitesinde öğrenci olmak da oldukça değerlidir.

Boğaziçi Üniversitesi'nde demokratik, katılımcı, özerk ve özgürlükçü üniversite yönetim modeli uygulanır. Rektörden daha çok Üniversite Yönetim Kurulu ve Üniversite Senatosu yönetimde söz sahibidir.

Hiç şüphesiz bu özerk, özgürlükçü, bilimsel ve çağdaş anlayış mevcut iktidar zihniyeti için kabul edilemez bir durumdur. Hem de “Tek Adam” yönetimi olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne aykırı düşmektedir.

Ancak esas meselenin, “Batılı ülkelerin Osmanlı’yı çökertmek için ROBERT Koleji kurdukları” iddiasının milliyetçi ve dinbaz kesimlerin zihin dünyasında yer almış olmasıdır. “Kolej’in misyonunu sürdürdüğü” iddiasıyla da Boğaziçi Üniversitesi’ne karşı “fetihçi” bir yaklaşım sergilendiği ve ele geçirilmek üzere “aynı zihniyette” bir rektör atandığı düşünülebilir.

Bu durumda “Kayım” gerekçesiyle yapılan itirazların, protesto ve direnişin arka planında da “fetihçi” yaklaşıma karşı bir tepki olduğu şeklinde değerlendirmek mümkündür.

Bu ihtimali güçlendiren ise öğretim üyeleri ve öğrencilerin gayet medeni bir biçimde kullandıkları demokratik ve yasal tepkiler karşısında cumhurbaşkanlığından yapılan açıklamada "sokakların karıştırılmak istendiğini ve darbe çığırtkanlığı" yapıldığının öne sürülmesiydi.

Prof. Dr. Melih Bulu'nun rektör olarak atanmasına tepki olarak başlayan protestolar, yasal çerçeveyi aşmadığı halde polisin bilinçli olarak kampüs içerisinde yaptığı sert müdahale sonucu tartışmaların farklı boyutlara taşınmasına yol açtı.

Kanaatime göre de Boğaziçi Üniversitesi olayları bir rektör atamasından çok daha farklı nedenlere ve rövanşist duygulara dayanmaktadır.

Boğaziçi Üniversitesi olarak kurulmuş olsa da Robert Koleji’nin misyonunu taşıdığı düşünülmektedir. Bugün de yaşanan olayların arka planında benzer bir anlayışın olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü milliyetçi ve muhafazakâr kitlenin Robert Kolejlerine kuşkuyla yaklaştıklarını biliyoruz.

Olayları, arka planlarından bağımsız olarak değerlendirdiğimizde dahi Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik müdahaleyi, öğretim üyelerine ve öğrencilere yönelik baskıcı uygulamaları tasvip etmek doğru değildir.

Sadece Boğaziçi Üniversitesi için değil, iktidarın üniversitelere yaklaşımı ve rektör atama yöntemi "akademik özerkliği, bilimsel özgürlüğü ve demokratik değerleri" açıkça yok saymaktadır.

Rektör atanmasının hemen ardından Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin yaptıkları ortak açıklamada, "1980'lerin askeri vesayet rejiminden sonra ilk kez üniversitemize kurum dışından bir rektör atanmıştır. Akademik yöneticiler atamayla değil, seçimle belirlenmelidir" demişlerdir.

Bu tespite katılmamak mümkün mü?

Üniversiteleri daha özgür ve bilimsel kurumlara dönüştürmek yerine ideolojik kurumlara, bir partinin arka bahçesine çevirmek gibi çağdışı bir anlayışa hapsetmek, gerçekten ülkemiz için karanlığa doğru hızlı yol almak demektir.

Bu anlayışın Boğaziçi Üniversitesinin kuruluş amacıyla ne kadar çeliştiğini, hatta arada nasıl bir çağ farkının olduğu Boğaziçi Üniversitesi'nin Kurucu Rektörü’nün açıklamalarından çıkarmak mümkündür.

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi'nden çıkan, "Bir Kurucu Rektörün Anıları - Robert Kolej Yüksekokulu'ndan Boğaziçi Üniversitesi'ne" başlıklı kitabında kurucu Rektör merhum Prof. Dr. Abdullah Kuran, Üniversitenin kuruluş öyküsünü şöyle açıklıyor:

"Boğaziçi Üniversitesi'nin öyküsü bir bakıma 1950'li yıllarda Demokrat Parti'nin liberal bir yüksek eğitim politikasını benimsenmesi ile başlar. Demokrat Parti'nin hedefi uygulamalı öğretimi özendirerek ülkenin kalkınma sorunlarına pratik çözümler getirecek inisiyatif sahibi teknik kadrolar yetiştirmek idi….”

Bu açıklama, 1950’li Demokrat Parti ile 2021 yıllarındaki AK Parti arasındaki anlayış ve çağ farkını anlamak için yeterlidir, sanırım.

Ne yazık ki seçilmiş Belediye Başkanlarının yerine Kayım, Üniversitelere de partili rektör atamak; demokrasi, hukuk ve çağın ruhu ile çelişse de iktidar zihniyetiyle ve yandaş ideolojiyle uyumlu uygulamalardır.

Ancak bu zihniyet ve uygulamaların Hak-Adalet ve Demokrasi isteyenler açısından kabul edilmesi söz konusu dahi olamaz.

İki yaklaşım arasındaki çağ farkı da dikkatlerden uzak tutulmalıdır. Kamu yönetiminde “Tek adam” keyfiyetiyle sürdürülen hiçbir uygulamanın çağın ruhuyla ve hukukla bağdaşmadığını hatırlatmak isterim.

Bu bağlamda Öğretim üyeleri ve öğrencilerin “Rektör atama” uygulamasına karşı çıkmaları sadece bir protesto hakkı değil, Hak-Adalet ve Demokrasi’nin de gereğidir.

Esas itibariyle aynı duyarlılığın genişleyerek her alanda gösterilmesi ve toplumsal destek verilmesi insanlık ve hukuk inancının da gereğidir.

Ne yazık ki siyasi partiler ve kitle örgütleri başta olmak üzere toplum ve ülke olarak demokrasi ve hukuk bilincinden ne kadar uzak olduğumuzu ‘Kayım’ ve ‘Rektör’ atamalarında ortaya çıkmıştır.

Abdulbaki Erdoğmuş