Yargı reformu mu dediniz?

Sayın Cumhurbaşkanımızca kamuoyuna açıklanan “Yargı Reformu Stratejisi” üzerine sosyal medya başta olmak üzere çok şey yazılıp çizildi. Ben de görüşlerimi kısaca ifade ettim. Ancak en kısa ve öz değerlendirme Prof. Dr. İzzet Özgenç’ten geldi. İzzet Özgenç, sosyal medya hesabında altına benim de imza attığım şu ifadeleri yazmıştı:

“30 Mayıs 2019 tarihinde açıklanan “Yargı Reformu Stratejisi” ile ilgili olarak Sayın Cumhurbaşkanına ifade ettirilen hususların büyük bir kısmını hayata geçirebilmek için düzenleme yapılmasına gerek bulunmamaktadır.

Türkiye’nin sorunu, her zaman, iyi ve doğru uygulama sorunudur.

Hukuka dönme, iyi ve doğru uygulama yönünde SAMİMİ İRADE ortaya konulduğunda, bunun, ülkedeki hukuk güvenliğine ilişkin endişelerin giderilmesi yönündeki etkisi hemen kendisini tezahür ettirir.”

Sayın Cumhurbaşkanımız hukukçu olmamakla birlikte 17 yıldır çıkarılan tüm yasa metinlerinde nihai karar verici olarak mevzuatımıza elbette hâkimdir. Ancak okuduğu metnin yazarlarının kendisi kadar konuya hâkim olmadığı ve Cumhurbaşkanımızın da yazılmış bir metni ifade ettiğini düşünmek doğru olsa gerek. Hâkim-savcı idari işlemleri vb. konular hariç “reform” olarak adlandırılan hemen her başlık hali hazırda kanun metinlerimizde mevcut ve sorun metinlerden değil uygulamadan kaynaklanırken ve de uygulamaya siyasetin etkisi herkes tarafından bilinir, kürsüdeki hâkim-savcılarca da zaman zaman ifade edilirken okunan metni yadırgadığımı belirtmeliyim.

“Reform” belgesinde geçen tüm dileklere katılıyorum. Bir an evvel gerçekleşmelerini çok istiyor hatta bunun için tüm mesaimi harcıyorum. Ancak dilek-temenni olarak kabul edilebilecek sonu “cek-cak” ekleriyle biten soyut ifadelerin yanında somut düzenlemelerin de yer almasını çok arzu ederdim. Söylenen temennilerin büyük bölümü zaten mevzuatımızda ve evrensel hukuk ilkeleri kapsamında yer aldığından somut düzenleme içeren ifadeler daha etkili olabilirdi.

Sonrasında Adalet Bakanının yaptığı açıklamalar kapsamında 17 yıldır iktidarda olan bir parti mensubu gibi değil de, muhalefet temsilcisi gibi belirtilen hususlar içinde en azından birkaç özeleştiri kırıntısı olsaydı, bizler de yargıdaki problemleri düzeltme konusunda samimi bir iradenin varlığına belki inanabilirdik.

Örnek olarak tutuklu yargılamanın bir istisna ve tutuksuz yargılamanın esas olduğu Hukuk Fakültelerinde ilk sınıftan itibaren akıllara kazınan bir ilkedir. Ceza mevzuatımızda da bu duruma işaret eden maddeler mevcuttur. Buna rağmen bu ilkenin “reform” başlığı altında dile getirilmiş olması ve Sayın Cumhurbaşkanımıza ifade ettirilmesini anlamak kolay olmamaktadır.

Çözülmesi gereken problem şudur: Ceza mevzuatımızda yer alan “Şüpheden sanık yararlanır” ilkesi ve Mecelle’nin kadim kaidelerinden olan “Şekk ile yakin zail olmaz” (md.4), “Tevehhüme i’tibar yoktur” (Md. 74) ve “Beraat-ı zimmet asıldır” (Md. 8) ilkeleri de bilinir ve Mecelle geçmişiyle gurur duyulurken, kürsüdeki yargı mensuplarımız neden tam tersini uygulamaktadır? Neden ülkemizde masumiyetini kürsüdekileri ikna edebilecek ölçüde ispatlayamayan herkes peşinen suçlu sayılmaktadır? Yaygın bir kanaat olduğu şekilde, yargı üzerinde siyasetin baskısı nedeniyle olabilir mi? “Reform” kapsamında bu durum nasıl düzeltilecektir?

Tam da “reform” açıklamalarından dakikalar sonra ABD Başkanı Trump tarafından NASA çalışanı Serkan Gölge hakkında yapılan açıklama tutuklama tedbirinin uygulanmasıyla ilgili şüphe uyandırmayacak nitelikte midir? Trump’ın açıklamaları ve öncesinde yaşanan Rahip Brunson ve Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel örnekleri de hafızalarda taze iken, bu konuda şüphe duymakta insanlar haksız mıdır?

Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Hâkimlik ve savcılık teminatı yine Anayasamızda yer alan ilkelerdendir. Anayasamızın 138 ve devamı maddelerini bir kez daha okumayı öneriyorum. “Reform” kapsamında coğrafi güvence getirileceğinin ifade edilmesinin hemen ertesi gününde 3722 yargı mensubunun görev yerinin değiştirilmiş olması ülkemize has garip bir ironi olsa da, diyelim ki coğrafi teminat getirilince yargı tam bağımsız olacak mıdır? Yargı mensupları savunmaları dahi alınmadan gece yarısı kararnameleri ile ihraç edilmeyecek, siyasetin hoşuna gitmeyen karar verenler ertesi gün sürülmeyecek midir?

5275 sayılı Ceza İnfaz Kanunu 16. Maddesi 4. Fıkrasını hatırlayalım:

“Hapis cezasının infazı, gebe olan veya doğurduğu tarihten itibaren altı ay geçmemiş bulunan kadınlar hakkında geri bırakılır.”

Hatırladığımız madde kapsamında kesinleşmiş bir hükmün infazından bahsedilmektedir. Masumiyet karinesi kapsamında henüz soruşturma ya da kovuşturma aşamasında olan bir gebe ya da yeni doğum yapmış kadın içinde madde hükmünün elbette ve öncelikle uygulanması gereklidir. Bu madde açık bir şekilde mevcut iken cezaevlerinde anneleriyle birlikte kalan 743 bebek için başka bir düzenlemeye ihtiyaç olmamakla birlikte, gün aşırı gördüğümüz ve suçluluğu kesin olmadığı halde gebeyken veya doğum sonrası bebeğiyle birlikte tutuklama örnekleri son bulacak mıdır? Bebekler ve anneleri özgür kalabilecek midir?

Avukatlara yeşil pasaport verilmesi sağlandığında, benim de içlerinde bulunduğum çok sayıda hukukçunun avukatlık ruhsatı alabilmesine yönelik problemler de çözülecek midir? Takipsizlik ya da beraat almış olsa ya da adli işlemi olmasa dahi hukukçulara avukatlık ruhsatının verilmemesi yargıyı sıfırlamak değil midir? Yargı organlarının bu bağımlı hallerine rağmen verebildiği takipsizlik veya beraat kararlarının dahi etkisi olmayacak, idareler yargı kararlarına göre işlem yapmayacaksa, idari kararlar daha üstün görülmeye devam edilecekse yeşil pasaport neyi çözebilecektir? “Reform” çalışmasının her aşamasında yer aldığını ifade eden Türkiye Barolar Birliği Başkanı sevgili Feyzioğlu çalışmalar kapsamında bu sorunları, tutuklu avukatları, hakları kısıtlanan meslektaşlarını da gündeme getirmiş midir? Feyzioğlu, sadece meslektaşlarının değil, ülkedeki tüm hak ihlallerinin getirdiği tarihi sorumluluğunu taşıdığının farkında mıdır?

Söylemesem olmaz. Sayın Cumhurbaşkanımız aynı zamanda bir siyasi partinin başkanı değil midir? Tüm seçimlerde en aktif seçim kampanyalarını yapan Sn. Cumhurbaşkanımız değil midir? Aynı zamanda yürütmenin başı değil midir? Yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrı kuvvetler değil midir? Yasamanın yapıldığı yer yüce TBMM değil midir? “Reform” paketinin TBMM’de tartışıldığını ben mi fark etmedim? Yürütmenin başı olarak Sn. Cumhurbaşkanımızın kendi kullandığı külliyede “reform stratejisi” açıklaması, başlı başına yargı bağımsızlığını sorgulatacak bir husus değil midir?

Velhasıl ulusal mevzuatımızda da kabul görmüş ve yer almış hukukun evrensel ilkeleri uygulansa reform paketleri açıklamaya gerek olur mu? Bu konuda siyaset samimi irade gösterebilse, yargı geçmişte olduğu gibi hızla uyum sağlamaz mı?

Bırakalım reformu, hem iktidar sahipleri hem yargı mensupları kendilerine şu soruyu sorsalar: “Ben bu hukuk düzeninde yargılanmak ister miyim?”

Ne de olsa iktidarlar daimi değildir, geçicidir. Değiştiğinde bize uygulanmasını istemediğimizi bugün uygulamasak problemler çözülmez mi? İşte reform!

Yazıyı hazırlarken sosyal medyada Av. Benan Molu tarafından paylaşılan ve sonrasında haber sitelerine de düşen bir son dakika gelişmesini de belirtelim: AİHM darbe girişiminden sonra FETÖ üyeliği iddiasıyla tutuklanan 546 hâkim ve savcının başvurusunda Hükümet'ten savunma istedi ve şu soruları yöneltti:

Usuli güvenceler sağlandı mı, makul şüphe var mı? Kararlar gerekçeli mi? Tutukluluk süresi makul mü? AYM reddettiği başvurularda tutuklama kararından sonra ortaya çıkan delillere mi dayandı? Makul bir sürede karar verdi mi? Hukuka aykırı olarak tutuklandıkları iddiasına karşı tazminat hakları var mı?

AİHM Alparslan Altan kararında da benzer konulara değinmiş ve kararını vermişti. İhraç olan hâkim ve savcılarımız için de benzer karar vereceği açık değil mi?

“Reform” kapsamında AB üyeliği ve AİHM kararlarına da önem verilmiş. Hatta mevzuatımızda olmasına karşın yayınlanan strateji belgesinin 29. Sayfasında 12. Hedef olarak “İnsan Hakları Eylem Planı hazırlanacak ve etkili bir şekilde uygulanacaktır” denildikten sonra Faaliyetler başlığında “AYM ve AİHM kararlarında yer verilen ihlal alanlarına ilişkin etkili çözümler geliştirilecektir” şeklinde kuvvetli bir vurgu yapılmıştır.

Gerçi henüz Alparslan Altan kararında belirtilen ihlaller açısından alınan tedbirleri görebilmiş değiliz. Birleşmiş Milletler bünyesinde “Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu” ve “İnsan Hakları Komitesi”nce verilen hak ihlalleri kararları konusunda henüz bir tedbir alındığını duymadık.

Ne diyeyim: Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil…

Unuttum sanmayın. Sadece önceliğim değil. Yukarıda anlattığım yargı düzeninin oluşturduğu mağduriyetler nedeniyle pek de hissedebildiğimi söyleyemem. Bayramlar acımı, acımızı katlıyor. Dökülen masum gözyaşlarına rağmen bayramı yaşamak vicdan sahipleri için çok zor değil mi? Her şeye rağmen Ramazan Bayramımız mübarek olsun. Yargımızın hukukun evrensel ilkelerine uyacağı günlere vesile olsun. Vicdanları harekete geçirsin ve mağduriyetler bitsin.