Muaviye ile başlayan süreci sorgulayan, eleştiren sayısız Sünni âlimlerimiz olmuştur. Ancak bu sürecin yüzleşmek için yeterli olmadığını, çünkü Muaviye’nin de referans olarak kendisinden önce seçilenleri aldığını biliyoruz. Bu nedenle sorgulama ve yüzleşmeyi Resul-ü Ekrem’in (s.a.s) vefatından sonra, özellikle de Hz. Ebubekir’in (r.a) Halife olarak seçilmesinden itibaren yapmanın ancak doğru sonuçlar vereceğine inanıyorum.

Benim gayem sahabeyi eleştirmek, bir kesimi suçlu göstermek asla değildir. Benim de kanaatim, aralarında fikir ayrılıkları ve savaşlar nedeniyle de olsa, sahabeyi çekiştirmek, haklarında “qalu-qil” etmek, vaaz ve hutbe konusu yapmak, siyaset ve miting alanlarına taşımak, düşmanlıkları, kin ve öfkeyi bugüne taşımak doğru değildir. Aksine yanlıştır, vebaldir, günahtır. Olup-bitenlerle ve olacaklarla ilgili hükmü ancak Allah verir. Onları yargılamak benim de, kimsenin de haddi değildir.

"İman edip salih amellerde bulunanların ecirleri eksiksiz ödenecektir. Allah, zalim olanları sevmez." (Al-i İmran Suresi/3: 57)

Kanaatim odur ki, her çağda olduğu gibi bu dönemde de olup bitenleri doğru öğrenmek, olaylar hakkında bilgi edinmek, araştırmak, özellikle akademisyenler için bu konuda tezler yazmak bir ihtiyaçtır. Bunu Müslümanlar yapmasa da başkaları yapacaktır ve yapıyor da. Doğru bilgi edinme hakkı herkesin ama öncelikle bu bilgiyi edinme ve bilgilendirme sorumluluğu Müslümanlarındır, diye düşünüyorum.

Bu dönemi dokunulmaz kılarak öğrenme, bilgilenme ve müzakere yapmayı yasaklamak veya haram saymak suretiyle hakikate ulaşmayı engellemek, akıl-ilim ve İslam açısından kabul edilmesi mümkün değildir. Maslahat gereği olayların tartışılmasından uzak durmak ayrıdır, hakikati bilmek için araştırmak ayrıdır. Hiç kimsenin, hele 21. yüzyılda hakikati örtmek, hasıraltı etmek imkânı olmadığı gibi, kimsenin hakkı da, haddi de değildir. Bu anlayışla hareket etmenin, günümüz itibariyle hakkı, hakikati saptırmak, siyasete, iktidarlara ve egemenlere hizmet olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de hakikati öğrenmek için meselelerin özüne inmek gerekir, bu da marifetin gereği değil midir?

Buna göre sorgulamanın, hilafetin başladığı süreci kapsaması gerekir. Çünkü günümüzde dahi Müslümanlığımızı şekillendiren anlayışın bu süreçte oluştuğu çok açıktır. Tamamıyla siyasi mülahazalarla ve maslahat gözetilerek seçilen bir halifeyi Allah, Peygamber ve İslam temsilcisi görerek uygulamalarını “din” diye yaşamsal hale getirmek sorgulamayı gerektirmez mi?

Oysa biliyoruz ki, Hz. Ömer, Arap kabilelerinin dağılmasını ve bir iç çatışmayı önlemek için Hz. Ebubekir’in halife olarak görev almasını önermiş ve daha başka benzer gerekçelerle de Hz. Ebubekir’e biat etmiş ve Medineli Müslüman çoğunluğun biat etmesini de sağlamıştır. Böylece hem Ensar (Evs ve Hazrec) arasında muhtemel bir çatışmayı, hem de Arap kabilelerinin dağılmasını önlemiştir.

Şu da bir gerçek ki, bu seçimden Mekke başta olmak üzere uzak kabilelerin hiç birisinin haberi dahi olmamıştır. En önemlisi de Medineli Ensar’ın, Resulüllah’ın ailesi olan Beni Haşim kabilesinin ve Ehl-i Beytin bilgisine başvurulmamış, rızalarına gerek duyulmamıştır. Bu gerçeği gizlemekle kimlerin ayıbını örtüyoruz? Bir ayıp ve kusur yoksa peki neden üzerini örtüp dokunulmaz kılıyoruz?

Biliyoruz ki Hz. Ebubekir ve Hz Ömer’den farklı düşünen Haşimiler, hilafet ile Peygamber arasında bir bağ kurarak hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunmuş, takipçileri de bugüne kadar aynı inancı korumuşlardır. Üzeri örtülerek bu hakikat gizlenebilmiş midir?

Benim eleştirim ve itirazım Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’e ve gözetilen maslahata değildir. İtirazım, bu kararın Allah’ın bir hükmü, İslam’ın tartışılmaz bir koşulu ve tarih boyunca bugüne kadar iktidar yanlısı olmanın bir referansı olarak görülmüş olmasınadır. Bu kararın alınmasında bırakınız ümmet ittifakı, Sahabe ittifakı dahi oluşmamışken “Ehl-i Sünnet İcmaı” olarak dokunulmaz, sorgulanamaz kılınmasınadır itirazım.

Müslümanları/ümmeti yönetme hakkının Kureyş’e verilmesi; konjonktürel, dönemsel ve Arap yarım adası kabilelerinin birliğini sağlamak açısından veya özel koşullarda toplumsal maslahat için uygun, hatta gerekli görülebilir ancak dini/İslami bir gereklilik olarak ebedileştirmek, evrensel İslam’a, adalet, ehliyet, ilim, akıl dini İslam’a uygun düşmeyeceği açıktır. İslam yalnız Kureyş’in veya Arapların dini değil, insanlığın dinidir. Bir toplumu yönetme hakkı nasıl olur da bir aileye, kabile veya bir ırka, hatta sadece Müslümanlara tahsis edilebilir?

Yine Medine’li Ensar’ı aynı gerekçelerle, yani konjonktürel/dönemsel koşullar gereği siyasi mülahazalarla Hilafet/yönetme hakkından mahrum bırakmak uygun, hatta gerekli görülmüş olabilir ancak İslam’ın gereği olarak bu haktan ebedi olarak yoksun bırakmaları nasıl İslami ve meşru görülebilir?

Bu ve benzer birçok uygulamayı siyasi açıdan uygun ve gerekli görerek izah etmek mümkündür, Peygamber sonrası dönemin koşulları bakımından, benzer koşulların olması durumunda bugün ve yarın da maslahat gereği olarak düşünülebilir ancak İslam’ın bir gereği kabul ederek izah etmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu siyasi ve kabileler arası maslahatı gözeten geleneğin dinselleştirilmesini, kurumsallaşmasını ve 14 asır boyunca dokunulmaz kılınmasını “İslamsız bir Müslümanlık” olarak gördüğümü ifade etmeliyim.

Kur’an ifadesiyle İslam açısından emaneti ehline vermemek bir hak gaspıdır. Adaleti gözetmemek haktan sapmadır...!

”Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allah’ın size yapılmasını tavsiye ettiği (şey), mutlaka en güzel (şey)dir: Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her şeyi görendir.” (Nisa/4:58)

Devam edecek…

Abdulbaki Erdoğmuş