Bir asırlık pratiğine rağmen Türkiye’nin siyasal sistemi, ciddi bir çıkmazın eşiğinde görünmektedir. Siyasetin geçmişten çok daha fazla otoriterleştiği, çok partili siyaset zemininin daraldığı, az da olsa geçmişte var olan demokratik siyasetin tamamıyla ortadan kalktığı ve belirsizliğe sürüklenen bir Türkiye’den, ülkemizden söz ediyorum.

Esas itibariyle Türkiye, hiçbir zaman demokratik-hukuk devleti olmadı/olamadı. Ancak bu gerçekliğe, memnuniyetsizliğimize, şikâyet ve itirazlarımıza, sayısız eksiklik ve aksaklıklara rağmen yine de siyasi rotasını ve istikametini demokrasi ve hukuk devletine yönelten bir Türkiye vardı.

Milli-dini-yerli bir iktidar marifetiyle Türkiye’nin rotası istikametinden çevrildi, yörüngesi değiştirildi, böylece demokrasi ve hukuk devleti yolculuğuna ara verildi! İçerde ve dışarda aralıksız bir gerilim, öfke ve hamaset, AB ve komşularıyla kavga ve çatışma atmosferinde yalnızlığı oynayan bir pozisyona düşmüş durumda.

Bunun sonucu olarak siyasete şiddet, düşmanlık, ayırımcı, ayrıştırıcı ve ötekileştirici dilin hâkim olduğu bir iklimde yaşıyoruz. Nefret dili, partiler arası diyalog ve uzlaşmayı imkânsız hale getirdiği gibi toplumu da derinden etkilemektedir.

Cezaevleri seçilmiş siyasetçilerle, aydın, yazar, gazeteci, öğretmen, polis, asker, esnaf, iş adamı ve on binlerce düşmanlaştırılmış masum insanlarla dolup taşıyor.!

Ülkemizde ‘Aydın’ sayısı bir elin parmaklarını geçmediği halde Ahmet Altan ve Osman Kavala gibi aydınlar cezaevlerinde adeta ölüme terkedilmişlerdir.!

İşkenceler, intiharlar, cinayetler, saldırı ve linç girişimleri, hak ve hukuk ihlalleri sıradan olaylar haline gelmiş, KHK ve OHAL uygulamaları çoğunluk tarafından kanıksanmış durumda.

Otoriter bir siyaset sonucudur ki, bir tarafta talan, yağma, soygun ve doyumsuzluk, diğer tarafta çöp konteynerlerinden ekmek kırıntıları toplayacak duruma gelmiş bir yoksulluk, işsizlik, çaresizlik ve umutsuzluk.!

Devlet, deprem, sel, Corona gibi afet mağdurlarına dahi umut olmaktan çıkmıştır..! 21 yıldır toplanan 35 milyar dolar civarında deprem vergisinden dahi depremzedelere düşecek bir pay kalmamıştır.

Ülkenin varlıkları küçük bir gruba peşkeş çekilirken, çoğunluk evine ekmek götürmek derdindedir.! Kimilerinin milyarlarca vergi borcu silinirken, milyonlarca vergi mükellefine, küçük/küçültülmüş esnafa yeni vergiler yüklenmektedir.

Toplum olarak giderek ayrışıyor, ortak değerlerimiz tahrip oluyor ve bir araya gelecek ortak paydalarımızı kaybediyoruz. Sorunlarımızı çözmesi gereken siyasetin kendisi sorun haline gelmiştir.

Peki, neden bu duruma düştük ve nasıl aşarız bütün bu sorunları? Bu duruma hiç kuşkusuz kurumsallaşmamış, tabiatıyla da toplumsallaşmamış ve sadece iddiadan ibaret bir demokrasi ve hukuk geleneğinin sonucu olarak geldik.

Neredeyse her 10 yılda bir demokrasi ve hukuk iddiasıyla, keyfi uygulamalarla ve siyaset marifetiyle halkı kutuplaştırarak, ayrıştırarak ve bölerek ceberut devlete mecbur bırakıyorlar. Yoksullaştırarak, geri bırakarak, niteliksiz bir eğitim ile sisteme köle haline getiriyorlar.

Esas itibariyle yoksulluk, cehalet, düşmanlık bir siyasal proje olarak bilinçli ve planlı uygulanmaktadır. Devlet bekası ve iç güvenlik siyaseti ile perdelenerek demokrasi, adalet ve özgürlüklerin önünü kesiyorlar.

Bizim siyasal geleneğimizde demokrasi, özgürlük ve hukuku tanımlayan, sınırlarını belirleyen devletin kendisidir, neyin demokrasi ve hukuk ilkelerine uyduğuna kendisi karar verir ve uzlaşma ancak onun karar verdiği ilkeler üzerinden sağlanabilir. Bu durumda ya devletten taraf olursunuz, ya da bertaraf olursunuz!

Tıpkı Tom Brown’nun okul günleri romanında şöyle ifade ettiği gibi;

“O, her zaman, yalnızca, doğru ve adil olanı ister; sıra, doğru ve adilin ne olduğuna karar vermeye gelince bu, hep onun istediğidir ve asla sizin istediğiniz değildir. İşte ona göre uzlaşmanın anlamı budur. Ben Brown’un tarafında olduğum surece, onun gibi uzlaşmaya hazırım.”

Esas itibariyle söz konusu tabloya yabancı değiliz ancak anti demokratik siyasal sistem, demokrasi bilinci ve kültüründen yoksun, hatta demokrasi karşıtı bir iktidar tarafından yönetilince bu gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Oysa Türkiye’de yaklaşık bir asırdır demokrasi gölgesinde bir saklambaç oyunu oynanmaktadır. Yüz yıldır demokrasi ile hem aldatıyoruz hem de aldanıyoruz! Nihayet oyunun sonuna geldik.

Biz “Kral çıplak!” diyemedik, bizden masum bir çocuk dahi “kral çıplak!” diye bağıramadı, tersine “çıplak kralı” demokrasi örtüsüyle gizledik. Ancak demokrasi örtüsü, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile param paraca olunca yüz yıllık sistemin “çırıl-çıplak”, “anadan uryan” olduğu anlaşıldı..!

Gerçi Ankara’da oyun bitmez, bazılarının elinde parti görünümlü oyuncaklar olsa da yeni oyun ve yeni aktörler henüz ortada yok! Artık biliyoruz ki, demokrasi bir siyasal kültür olarak hayat bulmadıkça, siyasi partiler tarafından içselleştirilmedikçe, İlkeleri, kuralları, kurumları ve dahi ahlakı ile var olmadıkça bizim için siyaset bir oyun ve aldatma aracı olmaktan başka bir kıymet ifade etmeyecektir.

Reformlar artık çözüm olmayacaktır. İktidar değişikliği de yeterli değildir. Ya kaos derinleşecek sıfır noktasına gelecektir veya siyaset tarzımız, zihniyetimiz ve demokrasi anlayışımızda köklü değişiklik yaparak yeni bir istikamet çizeceğiz.!!!

Abdulbaki Erdoğmuş