Türkiye İstikametini Arıyor!

Biliyoruz ki Cumhuriyet, Türkiye’de otoriter ve totaliter bir sistem olarak kuruldu. Bazı dönemlerde demokrasi ve hukuk adına olumlu adımlar atılsa da yaklaşık yüz yıl boyunca otoriter ve totaliter olarak yoluna devam etti.

Tabii olarak ideolojik, otoriter ve totaliter sistemlerde üstün olan hukuk değil askeri veya siyasi vesayettir. Bu yüzden her dönemde vesayet, demokrasi ve hukuktan hep üstün oldu.

Bunlara rağmen Türkiye’nin rotası hep Batı’ya, muasır medeniyete doğru olmuştur. Vesayet ve statükoya rağmen demokrasi ve hukuk mücadelesi de hiç eksik olmadı. Bu nedenle başbakanlar, bakanlar idam edildi, defalarca partiler kapatıldı, siyasetçiler tutuklandı ve cezalandırıldı.

Askeri rejimlerde ve darbe dönemlerinde dahi Türkiye’nin rotası ve istikameti hiç değişmedi. Ağır bedellere rağmen demokrasi ve hukuk mücadelesi de eksilmeden hep devam etti.

Yaklaşık bin (1000) yıl sonra İlk defa 15 Temmuz 2016 darbe olaylarıyla birlikte Türkiye’nin rotası da değişmiş oldu. Yine ilk defa iktidar-muhalefet, asker-sivil, MİT-Polis, yargı-medya-üniversiteler ve halk rota değişikliğinde aynı safta yer almış oldu.

Toplumsal çoğunluğun, mevcut iktidar zihniyetiyle ortak saf tutmuş olması şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan demokrasi ve muasır medeniyet iddiasında olan kesimlerin, muhalefetin ve siyasi partilerin tutumudur.

Toplumsal çoğunluğun yaklaşımına şaşırmıyorum çünkü dini, milli, devletçi ideolojiye hapsolmuş, görüş mesafesi ideolojisiyle sınırlı, kendisine benzeyeni dost, benzemeyeni düşman gören, bilmediğini yok sayan, bildiğini yeterli gören, inandığını gerçek, inanmadığını yalan bilen, kılı, sarık ve cübbeyi kutsal, bilgiyi, bilimi, aklı, düşünmeyi gereksiz bulan bir zihniyete sahiptir.

Hayata böyle bir zihniyet penceresinden bakan, geleceği değil geçmişi arayan bir toplum var. Uzay ve dijital bir çağda hala talan, yağma, cinayet ve katliamlardan “kahramanlık” devşiren bir ecdat geleneği ile gurur duyan, dünyaya meydan okuyan bir zihniyetten söz ediyorum. 

"Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler"

Çağın teknolojisinde, bilimsel gelişmelerde, evrensel medeniyet değerlerinde hiçbir katkımızın bulunmamasının nedenlerinden birisi de söz konusu zihniyet olsa gerek!

Bu zihniyetin mevcut iktidarla saf tutması neden şaşırtıcı olsun ki?

Ne yazık ki ülkemiz, böyle bir zihniyet ile de yönetilmektedir. Zihniyet ve yönetim sorgulaması yapmak yerine aynı yöntemle iktidar olma mücadelesi veren bir muhalefet anlayışı da gelişmiş durumdadır. Beni asıl kaygılandıran da bu durumdur.

Anlayabildiğim kadarıyla iktidar ve muhalefet partilerinin paradigmasını oluşturan milli ve ideolojik siyaset, Türkiye’nin rotasını Asya’ya çevirmiştir. Bunda “Avrasyacı” olarak bilinen kesimlerin etkisi büyüktür.

Oysa Avrupa-Anadolu ve Mezopotamya topraklarının üzerinde kurulmuş bir ülkenin “Asya istikameti” belirsizliğe yönelmektir. Tarih boyunca bu topraklarda muasırlaşmayı ilke edinmiş yönetimlerin istikameti hep Batı olmuştur.

Müslüman Araplar dahi bu topraklar üzerinden Avrupa’ya yönelmişlerdir. Endülüs topraklarında medeniyet örneği veren Müslüman Araplar, iddiamızı güçlendiren en açık göstergelerden biridir. Bugün, ekonomik veya siyasi nedenlerle ülkelerinden göç edenlerin yöneldikleri istikamet de Batı’dır.

Türkiye’yi yönetenlerin veya yönetmeye talip olanların bu gerçeklerden uzak olmaları kabul edilemez. 21. Yüzyılda siyasi hedefleri muasır medeniyet ilkelerini içermeyen bir yönetim zihniyetine ve siyasi partilere itibar edilmemesi gerekmez mi?

Türkiye’nin, planlı ve bilinçli olarak bir karanlığa ve belirsizliğe sürüklendiğini düşünüyorum. Milliyetçilik ve dincilik ile şekillendirilmiş bir siyasi istikamet çizilmektedir. Bu istikametin alt yapısının çok uzun bir zamandan beri hazırlandığı düşünülebilir.

Son yıllarda hazırlanan belgeseller ve dizilerle nasıl bir tarih canlandırdıkları ortadadır. Padişahların, sultanların halk nezdinde nasıl yüceltildikleri dikkatlerden kaçmamaktadır.

İşgalci Haçlı ordularını yenilgiye uğratıp sivil halkın burnunu kanatmadan, üç din mensupları için de Kudüs ve Filistin’i barış diyarı yapan Doğu’nun en adil kumandanı Sultan Selahaddin-i Eyyubi’yi örnek almak yerine, başkalarına ait topraklarda kan döken sultanlar örnek olarak gösterilmektedir.

İşgaller, yağma ve talan, dua ve tekbirlerle yapılan katliamlar din ile yüceltilmekte ve yeni nesillere gurur kaynağı olarak sunulmaktadır. Böylece muasırlaşmaya karşı etnik ve ecdad milliyetçiliği de güçlendirilmektedir.

Yine bu nedenle Doğu’ya kanlı seferler düzenleyen, Müslüman coğrafyasında katliamlar yapan, Mısır ve Hicaz’ı savaşla hakimiyetine alan, “hilafet” sembolü kutsal emanetleri Mekke ve Medine’den alarak İstanbul’a taşıyan Yavuz Selim’i “iki cihan sultanı” olarak tabulaştırdılar. Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne adını verdiler.

Çağ açıp çağ kapatan, muasırlaşma ve bilim ile İstanbul’u medeniyet beşiği yapmış, kilise-havra ve camilerin aynı mahallede hayat bulmasını sağlamış, çok dinli, çok etnisiteli, çok kültürlü, çoğulcu bir toplumu hukuk hakimiyeti ile yönetmeyi başarmış Fatih Sultan Mehmet’i de “medeniyet mimarı” yerine elinde kılıç, at üzerinde bir “savaşçı” olarak gösterilmesi hastalıklı bir zihniyetin ürünüdür.

Böyle bir zihniyetin ilim, irfan, hikmet, bilim, değer üretmesi mümkün müdür?

Sultan Selahaddin’den sonra bu coğrafya adalet görmedi. Fatih Mehmet’ten sonra bu coğrafya muasır medeniyetle artık tanışmadı. Fatih’ten sonra ilim ve düşünce insanları yerine Fıkıh alimleri yetişmeye başladı. Adalet yerine istibdat, medeniyet ve evrensellik yerine coğrafi zihniyetler hâkim oldu. 

Yağma ve talanı ganimet, cinayet ve katliamı cihat, saldırı ve işgali fetih, dayatma ve ötekileştirmeyi din olarak bilen bir anlayışın tutsağı haline geldik. Bu zihniyetle yetişen nesiller bugün ülkeyi yönetiyor, siyaset ve bürokraside, iş dünyasında ve medyada etkin ve belirleyici oluyorlar. 

Sultan Selahaddin ve Sultan Fatih yerine Sultan Selim’i ve Sultan Abdülhamid’i örnek alan bir neslin muasır bir ülke inşa etmesi mümkün olabilir mi?

Yönettikleri ülkenin medeni bir dünyanın etkin unsuru olması düşünülebilir mi?

Böyle bir ülkenin istikameti; hak-hukuk-adalet-hürriyet-eşit yurttaşlık-ayırımsız özgür ve eşit bir toplum, muasır, medeni bir dünya olması tasavvur ve tahayyül edilebilir mi?

Türkiye’nin geleceği Avrasya’da, Türk dünyasında, Kızıl Elma veya Turan ütopyasında değil, muasır medeniyettedir. Fatih Sultan Mehmet’in yürüdüğü istikamettedir, Selahaddin-i Eyyubi’nin uyguladığı adalettedir. 

Bin yıllık bir rotayı başka bir istikamete yöneltmek, bir ülkenin kaderiyle oynamaktır.

Abdulbaki Erdoğmuş

10-Kasım-2021