M.Ö. beşinci yüzyılda felsefe öğreticiliği yapan gezgin filozoflar olarak bilinen sofistlerden sonra, Platon tarafından kurulan felsefe okulu, ilk örgütlü öğretim kurumudur. “Akademia” olarak isimlendirilen okulda belli bir plana göre dersler verilmekte ve çeşitli disiplinlerin öğretimi yapılmaktaydı. Tarihte ilk üniversite olarak kabul gören Platon’un Akademia’sı; günümüzdeki “üniversite” kavramının ayrılmaz bir bileşeni olan “akademi” terimine öncülük etmektedir.

Bilim ve sanatla uğraşan toplulukları kapsayan camia olarak anlam kazanan “akademi”, günümüzde “üniversite” yapısı içinde hayat bulmuştur. Üniversite denince akla “bilim” ve “sanat” gelmektedir. Bilim ve sanat ile uğraşan da “akademisyen” olarak adlandırılmıştır. Bilime ve sanata önem veren bütün toplumlarda üniversiteler önemli bir yere sahiptir. Nitelikli üniversite demek, bilimsel ve sanatsal olarak gelişme demektir. Bilimsel ve sanatsal gelişmeler, ekonomik gelişmelerin lokomotifidir.Bilimsel gelişme olmadan ekonomik gelişme olması mümkün değildir.

2019 dünya üniversiteler sıralamasında ilk 100’de en fazla üniversitesi bulunan ülke 28 üniversitesi ile Amerika Birleşik Devletleri’dir. Yine 2019’un en değerli 100 markası listesinde, en fazla markası bulunan ülke de 47 markası ile Amerika Birleşik Devletleri’dir. Dünya üniversiteler sıralamasında başı çeken ülkeler ile gelişmişliğin göstergesi sayılan değişkenlerde başı çeken ülkelerin benzerlik göstermesi, ülkeler açısından nitelikli üniversitenin önemini ortaya koymaktadır.

Dünya arenasında bir başarı ortaya koyabilmek isteyen ülkelerin nitelikli üniversitelere sahip olması en temel şarttır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken üniversitelerin niceliği değil, niteliğidir. Bir üniversiteyi de nitelik kazandıran başlıca unsurlar; bilimsel çalışmaları, kaliteli akademisyenleri, zengin kütüphanesi, laboratuvarları, yeterliliğe haiz öğrencileri, ekonomik ve sosyal imkânlarıdır. Bu unsurlara sahip olmayan üniversite sadece beton bir binadır. Böyle bir ortamdan da uluslararası yeterliliğe sahip bilimsel çalışmaların ortaya çıkması beklenemez. Zaten çıkmaz da.

Bir üniversitenin üniversite olması için biraz önce saydığımız unsurlar çok önemlidir. Ancak sadece bunlar tek başına yeterli değildir. Üniversitenin kendini bulması, kendini kabul ettirmesi ve alanda bir “ekol” oluşturması da yılları alacak bir mevzudur. Dünya üniversite sıralamalarında başı çeken; Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) 1865 yılında, Stanford Üniversitesi 1861 yılında, Harvard Üniversitesi 1636 yılında, Oxford Üniversitesi 11. Yüzyılın sonlarında kurulmuştur.

Dünya sıralamasında bırak ilk 100’ü, ilk 1000’de bile yer bulmakta zorlanan Türkiye’nin, üniversiteler açısından karnesi oldukça zayıftır. Özellikle 2006’dan sonra her ile üniversite söylemleri ile başlatılan üniversite açma çalışmaları sonucunda, 2019’un sonuna geldiğimiz bugünlerde 207 üniversiteye ulaşılmıştır. Nicelik olarak artan üniversiteler, nitelik olarak yerlerde sürünmektedir. 2006’dan sonra açılan üniversitelerin çoğunda yeterli akademik kadro bulunmamaktadır. Üniversiteler bilimsel ve sanatsal araştırmalardan ziyade, bulunduğu yöreye ekonomik katkı ve canlılık kazandırma niyeti ile açılmış kurumlar haline gelmiştir.

Üniversiteler; liyakatsiz ve akademik yeterliliği olmayan, aynı zamanda çalıştığı bölüm ile uzmanlık alanı alakasız insanların kadroları doldurduğu, bilimsel çalışmaların rafa kaldırıldığı çiftlikler haline gelmiştir. Liyakatsiz kadrolaşma almış başını gitmiştir. Üniversitelerin akademik kadroları incelendiğinde; iktisadi ve idari bilimler fakültesinde tıp ve edebiyat profesörlerinin kadro aldığı, 73 tane hukuk fakültesi dekanının 20 tanesinin hukukçu olmadığı, akademik personel çocuklarının ne tesadüftür ki aynı üniversitede kadrolar aldığı görülecektir.

Üniversitelerimizde hakkıyla işini yapan akademisyenlerimiz elbette vardır. Ancak genel durumun akademik anlamda içler acısı olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Profesör Engin Karadağ’ın üniversite rektörlerinin profillerini ortaya çıkaran son çalışması acı tabloyu ortaya koyma ve “balık baştan kokar” ifadesini örneklendirmesi açısından hazin sonuçlarla doludur. Karadağ’ın çalışmasına göre; 196 rektör arasında uluslararası yayını olmayan rektör sayısı 68 ve yayınlarına hiç atıf almayan rektör sayısı ise 71’dir.

Ülkenin feraha ve refaha ulaşması açısından üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Üniversiteler; bilimin üretildiği yerlerdir. Akademik hayatım boyunca gözlemlediğim bir durum şudur ki siyasetin hüküm ferma olduğu bir alanda, bilim hayat hakkı bulamaz. Onun için siyasetin; üniversitelerin üzerinden ellerini çekmesi gerekmektedir. Bilim insanları da siyasetle uğraşmamalıdır. Bilim, bünyesinde tarafsızlığı barındırır. Siyaset ise taraf olmayı barındırır. Onun için siyaset ile bilimin aynı bünyede yaşaması çok zordur. Siyaset işini yapmalı. Üniversiteler de işi olan bilimle uğraşmalı.

Ülke için üniversiteler çok kıymetlidir. Ülkelerin gelişmişlik düzeyi ile üniversitelerin nitelikleri arasında bir ilişki olduğu açıktır. Onun için ülkemizin üniversitelerinin niteliklerinin artırılması siyaset üstü bir devlet politikası haline getirilmelidir. Üniversitelerimiz, günlük siyasi hesaplar içerisinde harcanmamalıdır. En son İstanbul Şehir Üniversitesi hadisesinde yaşandığı gibi siyasal hesaplaşmalar için bir bilim beşiği olan üniversite yokluğa mahkûm edilmemelidir.

İstanbul Şehir Üniversitesi; 2006’dan sonra kurulan üniversiteler arasında yer almasına rağmen, akademik kadro ve diğer imkânlar açısından Türkiye’deki üniversite yeterlilik ortalamasının üzerinde bir üniversitedir. Üniversitenin kuruluşu ve sonrasında; bir suç işlenmiş veya bir suiistimal var ise suçlular cezalandırılmalı, ancak akademik kadro ve öğrencileri ile birlikte üniversite zarar görmemelidir. İstanbul Şehir Üniversitesi, diğer bütün üniversiteler gibi bu ülkenin bir değeridir ve niteliğinin artırılması için çalışılmalıdır. Halihazırda 7.000 öğrencisi bulunan İstanbul Şehir Üniversitesi yok edilmemeli, var edilmelidir. Tüm nitelikli akademisyenler de bu süreçte Şehir Üniversitesi’nin yanında olmalıdır. Platon’un dediği gibi “bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür.” 

Doç.Dr.Ahmet GÖKGÖZ