TBMM kürsüsünden söylemek belli suçlamaları beraberinde getirecekse, oradaki ifade özgürlüğüne bir müdahale olursa artık sadece TBMM’ne karşı yapılan bir darbeden bahsedebiliriz. Darbe, bir kişi, topluluk veya kurumun kaynağını anayasadan almayan bir yetkiyi hukuka aykırı bir şekilde kullanması demektir. Anayasayı ihlal demektir.TBMM kürsüsü dokunulmazdır ve orada her şey ama aklınıza gelebilecek her şey konuşulabilir, konuşulur, konuşulmalıdır...

Saadet Partisi İstanbul Milletvekili Nazır Cihangir İslam, Meridyen Haber Genel Yayın Yönetmeni Firdevs Çağlayan'ın Sorularını yanıtladı. Son dönemin en çok merak edilen isimlerinden olan İslam, KHK  ile kamu hizmetinden atılmasına sebep olan imzaladığı o bildiriden, siyasi geçmişine kadar samimi açıklamalarda bulunduğu söyleşide çok çarpıcı noktalara değindi.

“Söz veriyorum, diz çökmeyeceğim. İnandığım gibi yaşayacak ve hayata aynı tempoyla devam edeceğim. Allah’a verilmiş sözüm var.”  Bu twitinizde özellikle “Allah’a verilmiş sözüm var” kısmını açmak istiyorum. Hak ve özgürlüklere, hukuka ve adalete verdiğiniz önem artık herkes tarafından biliniyor. Hak ve adalet gerçekte İslam ile birlikte düşünülmesi gerekirken, maalesef algı olarak daha çok sol ideoloji ile ilişkilendiriliyor. Kısaca KHK ile ihraç olmanıza sebep olan o bildiriyi imzalamanızın sizce”İslami” dayanağını ve “Allah’a vermiş olduğunuz o sözü”bizimle paylaşır mısınız?

 

 Önce bu hikayeyi bilmeyenler için kısa bir açıklama yapmalıyım. Hatırlanacağı üzere “Barış Akademisyenleri Bildirisi” 1128 akademisyenin imzaladığı bir bildiriydi. “Diyarbakır Sur Operasyonları”na gönderme yapıyordu ve siyasi iktidar olayları çözerken daha fazla can  kaybı yaşanmamasını vurgulayan bir bildiriydi . Bu bildiri yayımlandıktan sonra akademisyenlere karşı gözaltılar, işten atmalar ve her türlü hukuksuzluk işletildi.Bu olaylar yaşanırken ikinci bir bildiri ortaya çıktı ve ağırlıklı olarak hukuk devletini, demokrasiyi, ifade özgürlüğünü vurguluyor, iktidara anayasayı hatırlatıyordu. İmzaladığım bildiri budur ve tam metni şöyledir:

"Biz aşağıda imzası olan akademisyenler, fikir ve ifade özgürlüğü ilkesine bağlıyız ve bu ilkenin akademik yaşamın temel unsuru olduğuna inanıyoruz. Bu temelde, ülkedeki çatışma ortamıyla ilgili kişisel değerlendirmelerimizden bağımsız olarak, siyasi iradenin ve YÖK’ün çok sayıda üniversite mensubunun imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye karşı gösterdiği tepkiyi yanlış ve kaygı verici buluyoruz.

İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz.Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin,fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir.Akademisyenlerin ülke sorunlarıyla ilgili dile getirdikleri görüşlerinin siyasi irade tarafından cezalandırılmaya çalışılması, akademik özgürlüklere darbedir.Böyle darbeler her şeyden önce toplumsal gelişmeyi durdurur.

Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar,fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir."

Bu bildiriyi muhtelif üniversitelerden 611 akademisyen imzaladık. Benimle birlikte bu bildiriyi imzalamak gerekçesiyle soruşturma geçirenlerin sayısı üçü veya beşi geçmez. Aslında görüldüğü gibi son derece hukuki bir metin. Bu olayların sonunda öğretim üyesi olarak çalışmakta olduğum Kafkas Üniversitesi Rektörlüğü anayasamıza ve mevzuatımıza aykırı olarak hakkımda soruşturma açmış ve olay 7 Şubat 2017 tarihinde yayınlanan 686 numaralı KHK ile kamu hizmetinden atılmam ile sonuçlanmıştır. Bütün hikaye budur.

Gelelim “söz”e. Yukarıda yaşadığım süreçte,soruşturma süresince oluşturulan baskı ortamı sonucunda bildiriden imzamızı çekmemiz bekleniyordu. Halbuki benim imzam ahlaki ve hukuki gerekçeler altına atılmış bir imzaydı ve imzamı çekmek kendimi, düşüncelerimi ve hayatımı inkar etmek anlamına gelirdi. Aslında orada “söz” olarak hatırlattığım şey bu zulmü yapanlara da bir göndermedir. Verilmiş söz Allah’a inanan her insanın hayattaki meşru amacının özetidir. Bir diğer anlamda da insanın Yaratıcısı ile yaptığı misaktır. Cümle kendini zaten açıklıyor.

Hak ve adalet gibi kavramlar fıtri özelliklerini kaybetmemiş ve hayattaki amacı kavramış insanlar için en temel kavramlardır.Vahyin bu konuda yaptığı ise, Kitab’ın tanımıyla bir “öğüt ve hatırlatma”dır. Adalet kavramını ele alalım. İnsan aklı ve kalbi birlikte çalıştığında adaleti kavrayabilir ve olgularda adil olan ilişki biçimini, eylemlerinde adaleti yakalayabilir. Bu potansiyel her insanda mevcuttur. Yani dindar olmayan insanların adil olabilmesi ve dindar insanların zalimleşebilmesi mümkündür.El’an görüyoruz. Necaşi'nin bir Hristiyan, Haccac’ın ise dindar bir Müslüman olduğu unutulmamalıdır. Benzer örnekleri günümüz pratiğinde de görüyoruz. Bu tip örnekler tarih boyunca özellikle dindarların kafasını karıştıran bir konu olmuştur. Burada iç dünyamızda olan biteni iyi anlamamız gerekiyor.

İnsanların inançları ile davranışları – yani amelleri – arasında otomatik ve doğrudan bir geçiş yoktur. Çünkü irade denen bir kırılma noktası vardır ve burada yaşanan bir kırılmada insan iyiyi düşünmesine ve inanmasına rağmen çeşitli nedenlerle kötüyü eyleyebilir. İradeyi kıran genelde menfaatler, zaaflar, hırslar, kıskançlıklar ve umursamazlıklar olabilir. Bu da bizlere gösteriyor ki adil bir hayat sürebilmek daimi olarak bilgilenmeyi, kesintisiz bir muhakemeyi, hayata geçirmek noktasında da güçlü bir iradeyi ve cesareti zorunlu kılıyor. Bilgilenmek sadece prensipleri –ilkeleri öğrenmek anlamına gelmiyor. Bu ilkelerin uygulanacağı alan da en az prensipler kadar doğru ve detaylı bir şekilde bilinmeli. Aksi halde hedeflenmeyen zulümlere yol açarız. Dünyayı da öğrenmeyi yani evreni, tarihi,toplumu, insanı kısaca bütün mahlukatı ve aralarındaki ilişkileri bilmeyi de gerektiriyor.

Hak, adalet, özgürlük, eşitlik, kardeşlik,paylaşım gibi kavramların sol kavramlar olarak değerlendirilmesi biz Müslümanların kendi hedeflerimize yabancılaşmamız ile doğrudan ilintili.Özgürlüğü ele alalım.Özgürlük yoksa yani insanın iyi ve kötü arasında bir seçme yapabilmesi söz konusu değilse, eylemlerimiz – amellerimiz bir zorunluluktan ibaretse burada ancak bir otomatizmden ya da mekanizmden bahsedebiliriz. Zorunluluğun ve zorlamanın olduğu yerde ahlak yoktur. Ahlakın yerleştirilebileceği bir boşluk, bir alan kalmamıştır.İnsanın özgür seçmesi olmadıkça ahlak yoktur.

Doğada bir işleyiş, insanın dünyasındaysa tercihlerimiz yani ahlak vardır. Mesele sopa veya havuç yöntemiyle iyiyi eylemek değildir. Mesele hatta iyiyi seçmek de değildir. Asıl mesele iyiyi seçebilme kudretine sahip olmak ve bunun bilincini taşımak ve iyiyi bir menfaat veya zorlama olmaksızın, sadece iyi olduğu için seçerek uygulamaya geçirmektir.İşte bu yüzden insana zorlamayla ya da menfaat karşılığı yaptırılacak her şey ahlakı yok edecektir.






Meclis kürsüsünden “ İki Batılın mücadelesi”dediğinizde dokunulmazlığınıza dokunmaya kalkacaklarını hatta “ Silahlı Terör Örgütüne üye olma suçlaması ile soruşturma açılabileceğini tahmin etmiş miydiniz?

 Önce TBMM kürsüsünden ne söylediğimizi bir hatırlatalım. Burada batıl demekle altı boş, hakiki olmayan, doğru olmayan,geçersiz bir ilişki biçiminden bahsediyoruz. Yani seçimlerle iş başına gelmiş ve icranın meşru temsilcisi olan bir siyasi heyetin onlara verilen emaneti, yetkiyi ve imkanları yetkisi olmayan bir toplulukla, hem ahlaka hem de anayasaya ve cari mevzuata aykırı bir şekilde paylaşmasının yanlış olduğunu, meşru olmadığını vurguluyoruz. Beni oraya Hakkı konuşmam ve doğruyu söylemem için gönderen milleti temsilen bunları mutlak dokunulmazlığı olan TBMM kürsüsünden söylemek belli suçlamaları beraberinde getirecekse, oradaki ifade özgürlüğüne bir müdahale olursa artık sadece TBMM’ne karşı yapılan bir darbeden bahsedebiliriz. Darbe, bir kişi, topluluk veya kurumun kaynağını anayasadan almayan bir yetkiyi hukuka aykırı bir şekilde kullanması demektir. Anayasayı ihlal demektir.TBMM kürsüsü dokunulmazdır ve orada her şey ama aklınıza gelebilecek her şey konuşulabilir, konuşulur, konuşulmalıdır.Konuşulması gereken her şeyi konuşacağız.

Gönüllü olarak teşrih masasına yatmak” ifadesinden hakikat uğruna fedakarlık ettiğiniz anlamını çıkarıyoruz. Biz genelde halkı otopsi masasına yatıran siyasetçilere alışkınız.Bu bağlamda sizin makam, mevki, koltuk ve saraya nasıl baktığınızı, “siyasi gücü” nasıl tanımladığınızı öğrenmek isteriz.

Bakınız bir aydan fazla bir zaman geçti.Ellerinde bana ait olumsuz ne var? Hiçbir şey. Olamaz da. Hayatında herhangi bir cemaat ilişkisine girmemiş, bir menfaat ilişkisinde yer almamış, bu iktidardan bırakın bir makamı bir çöp talep etmemiş, akçalı bir talebi de olmamış birinin nasıl bir çekincesi olabilir ki. Bu camia ya da en azından önemli bir kısmı, içinden geldiğim ailemi de beni de az çok tanır. Neyin peşinde olduğumuz kadar nelerin peşine düşmeyeceğimizi de az çok bilir. Buna rağmen havuz medyasındaki kalemlerin bir kısmının ki bunlar camiamıza genellikle sonradan eklemlenenler; bunların küstahça, fütursuzca, ahlaksızca ve hayasızca neler yazabildiğini ve söyleyebildiğini gördük. Baştan aşağı suizan. Höykürme.Bunların bir etkisinin olmadığını da gördük. Bunları elbette tahmin etmek zor değil ve siyaset yapacaksanız göze almak gerekiyor. Şimdi bütün bunlar karşılığında beklediğimiz bir tek şey var. FETÖ denen örgütü yani darbeye bulaşan ve destek verenleri ortaya çıkartacak bir çalışmanın içine girmek.Bunun peşini bırakmamak.Bu konu TBMM’de geçenlerde İYİ PARTİ’nin önergesiyle gündeme geldi, bütün muhalefet tarafından desteklendi ama her nedense AK Parti ve MHP’nin oylarıyla bu önerge reddedildi. FETÖ, FETÖ, FETÖ diye avaz avaz bağıracaksınız, bu gerekçeyle suçlu-suçsuz insanların hayatını karartacaksınız, 15 Temmuz’un faili olarak ilan edeceksiniz, “hala tam temizlenmedi”diyeceksiniz ama “FETÖ’nün siyasi ayağını araştıralım” deyince dümeni kıracaksınız. Bunun anlaşılır bir tarafı var mı? Bunu bıkmadan usanmadan millete anlatmak lazım; anlatacağız. Bu işin takipçisiyiz.

Siyasette alışkın olmadığımız bir dil kullanıyorsunuz. Oportünist, Makyavelist gibi daha çok akademisyenlerin kullandığı kelimeleri kullanmanızın altında, yeni bir söylem oluşturulması gerektiği fikri mi yatıyor?

Prensipler ve hedefler korunurken zaman,mekan, toplum, ilişki biçimleri ve bilginin değişen şartları hatta paradigmadaki dönüşüm yeni bir dili zaten zorunlu kılar. İçinde yer aldığımız siyasi hareketin elli yıllık tarihini incelediğinizde “kararlılığı içkin bir değişim”i açıkça görebilirsiniz. “Oportünizm” bildiğiniz gibi “fırsatçılık” anlamına gelir. Bugünlerde yaşadıklarımızı anlamak için Makyavelizm’i de özellikle ve ısrarla vurgulamak zorundayız. Yönetimdekiler bu ideolojinin sadık savunucuları gibiler. Niccolo Machiavelli ise ahlakla siyaseti birbirinden kopartan,iktidarda kalmak uğruna her şeyi, aklınıza gelebilecek ve gelmeyecek her şeyi mubah gören bir filozof. “Hedefe giden her yol mubahtır” anlayışını bugün ne yazık ki AK Parti’nin siyasal aklını işgal etmiş olarak görüyoruz. AK Parti bunu içselleştirmiş. Kullandığım bu dile akademik bir dil demek mümkün değil. Küresel vahşi kapitalizmin üretim biçimini ayakta tutmak adına sayıları çoğalan otoriter hatta diktatoryal yönetimlerin ifşası için bu kavramlar ve türetilecek veya özgün bir takım kavramlar yakın gelecekte daha sık kullanılacak gibidir. Yukarıda dünyayı tanımaktan bahsetmiştik, yeni bir dünya yeni bir dil anlamına da gelir.

Eldridge Cleaver diyor ki:“Eğer çözümün bir parçası değilsen o zaman sorunun bir parçasısındır.” Buradan yola çıkarsak muhalefet söyleminin eleştiri üzerine kurulması olağandır. Ancak pragmatist bir yaklaşımla, Milletvekili olduğunuz Saadet Partisi, ülke sorunlarına temel olarak nasıl bir çözüm getirmeyi hedefliyor?

Bu sorunuzdaki yaklaşımın biraz ters bir yaklaşım hatta tepe taklak bir yaklaşım olduğunu söylememe müsaade ediniz lütfen. Şöyle ki, çözüme yanaşmadığı ve sadece pozisyonunu korumaya odaklandığı noktasından ele alırsak mevcut iktidar sorunun bir parçası değil asli nedenidir. Yaşadıklarımıza bakınız. Hangi ihalenin hangi bedelle kime verildiği, ne kadar paranın buharlaştığı hakkında bir fikrimiz bile yok ve olamıyor. Sayıştay denetçileri yolsuzlukları ortaya koyuyor, görevden alınanlar yolsuzluk yapanlar değil de yolsuzluğu ortaya çıkartanlar oluyor. İsraf vakayı adiye durumunda. Dikkat bile çekmiyor. Bu noktayı önemsiyorum. İktidarın israfı önemsemez hatta kendine hak gören hali aslında hem halka, hem de iktidar-emanet ilişkisine ne kadar yabancılaşmış olduğunun, değerlerden zihinsel bir kopuşun,kibrin ve narsizmin göstergesi. Almanya gibi bir devletin sahip olduğunun neredeyse on katı fazla sayıda makam arabası var ülkemizde. Neredeyse beş yüz milyar dolar borcumuz var ama nasıl ödeyeceğimiz hakkında bir fikrimiz yok.Gamsızız. Ödediğimiz borç faizinin haddi hesabı yok. Kişi başına düşen gelir on bin dolar deniyor ama sayıca artan kesim dolar milyonerleri ve sayıları kat be kat artan kesim ise yoksul yığınlar. İnsani bir kalkınma modelimiz yok. İş cinayetleri korkunç bir boyuta ulaşmış vaziyette. Kadın cinayetleri ve çocukların istismarı da öyle. Yargıya güven hemen hemen ortadan kalkmış. Liyakat gitmiş, kör bir sadakat, mutlak itaat bekleniyor herkesten. Doğru bilgilenmenin, mantığın ve ahlakın zemini yok edilmiş. Doğru ile yanlış, iyi ile kötü, tutarlılık ile çelişki arasındaki fark silinmiş. Bunun karşısında korkunç paralar harcanarak yapılan bir algı yönetimi, zihin mühendisliği var tedavülde. Bütün bu olup bitenler yokmuş gibi davranabiliyorlar. Bu da son derece sağlıksız bir durum; korkunç bir inkar. Şu saydıklarımı icra edip algıyı yönetmenin müthiş bir para ve enerji maliyeti var. İktidar olduğumuzda, genel olarak bunları yapmamak, bu tür kötülükleri önlemek bile Türkiye’yi normalize etmeye yeterli olacaktır. Sorunun asli nedeni olan bu iktidarı ve bu anlayışı,yani AK Parti’yi göndermekle ülkemizin önünü açarız. Yapılacak en acil iş AK Parti’yi demokratik yollarla yani seçimlerle muhalefete oturtmaktır.

 


 

Devamı Yarın...