Geçen sene Orta Doğu’da yaşanan protestolar, Covid-19’un azınlıkları daha çok öldürdüğüne dair veriler, Türkiye’nin gelir adaletsizliği ile ilgili her türlü listenin üst sıralarında yer alması, ABD’de bir polis memurunun işlediği ırkçı cinayet sonucunda toplumun adaletsizliğe karşı öfkesinin patlama noktasına gelmesi ve ayaklanması…

Bütün bu olaylar farklı coğrafyalarda, farklı gerekçeler ve farklı katalizörlerle meydana geliyor, ancak olayların köküne indiğimizde iki sabit değişken görüyoruz; yoksulluk ve eşitsizlik. Bu sebeple artık Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Sencer Ayata ile iki ayda bir düzenli gerçekleştireceğimiz söyleşi serisinin ikinci bölümünde bu konuları merkeze aldık.

Biz bu söyleşi için hazırlandığımız sırada ABD’de halk, ırkçılığa karşı sokağa indi. Ayata, ABD’de yaşanan bu olayların temelinde de aslında üzerine odaklandığımız eşitsizlik başlığının olduğuna dikkat çekti. Ayata, protestoların başladığı ve Floyd’un öldürüldüğü Minnesota eyaletiyle ilgili bazı verilerin altını çizerek, Minneapolis’in ülkede mekânsal ayrışmanın en yüksek düzeyde görüldüğü kentlerden biri olduğunu ifade etti. ABD’de beyazlarla azınlıklar arasında işsizlikten gelir adaletsizliğine birçok konuda uçurum bulunduğunu hatırlatan Ayata, Covid-19 pandemisinin bu dengeleri daha da bozduğunu ifade etti. Ayata, ABD’de bu adaletsizliğe karşı sadece siyahların değil, çevreciler, eylemci solcular, eşcinseller, göçmenler gibi birçok farklı grubun da eylemlere katıldığını ifade etti.

Prof. Ayata, bu hareketlerin hepsinin ortak noktasının eşitsizlik olduğuna dikkat çekerek, “Kaynama noktası ise yoksulluğun, dışlanmanın, ayrımcılığın, ötekileştirmenin üst üste binmesi” dedi. 

Prof. Sencer Ayata, içinde birçok farklı dal ve görüşten uzmanların yoksulluk ve eşitsizliği ele aldığı makaleler içeren, “Türkiye’de Yoksulluk ve Eşitsizlik: Nedenler, Süreçler, Çözümler” isimli bir kitap derledi. Kitap, Sosyal Demokrasi Derneği’nin Sosyal Denge ve Demokrasi Araştırma Merkezi tarafından yayınlandı.

T 24 haberden Metin Kaan Kurtluş'un haberine göre, Bu konularda Türkiye’nin en çok araştırmaya sahip akademisyenlerinden biri olan Ayata, “eşitsizliğin ekonomik olduğu kadar siyasi bir sorun” olduğunu hatırlattı. Devletin, kazancın ne kadarının vergi olarak alınacağına; nerede ve kimler için ne kadar harcanacağına karar verdiğini ifade eden Ayata, “Türkiye’de özellikle mevcut iktidar döneminde, iktidara yakın kesimlere haksız rekabet ve kamu kaynaklarına ayrıcalıklı erişim gibi yollarla büyük avantajlar sağlandığını ifade etti.

“Yoksulluk ve eşitsizliğin Türkiye’nin diğer önemli sorunları ile bağlantılı” olduğunu ifade eden Ayata, “Çözüm üretimine, teknolojik ilerlemeye ve bölüşüme ağırlık veren yeni bir ekonomik büyüme modeli aranması” gerektiği değerlendirmesinde bulundu.

Prof. Ayata, eşitsizliğin ekonomide verimliliği, istikrarı ve büyümeyi de olumsuz yönde etkilediğini ifade ederken, aynı zamanda toplumsal gerilim ve çatışmaları tırmandırdığını ifade etti. Eşitsizliğin ne kadar büyük bir tehdit olduğunu ısrarla vurgulayan Ayata, bunun sağ popülizmin yayılmasına yol açan en büyük etkenlerden biri olduğuna dikkat çekti.

Prof. Ayata’nın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle: 

"Eşitsizliği tüm boyutlarıyla anlamaya çalışmamız gerekiyor"

Geniş bir soru ile başlayalım. Yoksulluk ve eşitsizlik konusu üzerinde en çok çalışan akademisyenlerden birisiniz. Sizce eşitsizlik deyince neyin anlaşılması, neyin üzerinde durulması gerekiyor? 

Eşitsizlik deyince en çok gelir ve servet dağılımı eşitsizliklerini düşünüyoruz. Yani sınıfsal eşitsizlikleri. Çalışmalar dünyada da Türkiye’de de gelir ve servet eşitsizliklerinin söylenildiğinden daha büyük boyutlarda olduğunu gösteriyor. Diğer yandan ülkeler, ülkeler içinde bölgeler, iller ilçeler arasında insani ve toplumsal gelişmişlik bakımından büyük eşitsizlikler var. Türkiye dünyanın en büyük 19’uncu ekonomisi ama insani gelişmişlik endeksinde 64’üncü sırada. Eşitsizliğin çok önemli bir boyutu toplumsal cinsiyet, yani kadın erkek eşitsizliği. Irk, etnik, dini gruplar arasında eşitsizlikler söz konusu. Yani eşitsizliğin farklı siyasi, toplumsal ve kültürel boyutları, kaynakları ve nedenleri var. Bazen bunlar yan yana geliyor ya da üst üste biniyor. Kesişiyor. O zaman eşitsizlik ya da yoksulluk derinleşiyor. Kırsal bir yörede, tek başına yaşayan, okur yazar olmayan, yoksul bir kadın yoksulluğu çok daha zor koşullarda yaşıyor. Olumsuzlukların üst üste binmesi eşitsizliklerin ve yoksulluğun derinleşmesine yol açıyor. Bu nedenle eşitsizliği tüm boyutlarıyla anlamaya çalışmamız gerekiyor. 

"Sokak hareketlerinin ortak noktası eşitsizlik"

Güncel bir konudan devam edelim… Biz konuşurken ABD’de George Floyd Protestoları sürüyor. Şu anda ABD sokaklarında olanları eşitsizlik çerçevesinde değerlendirebilir miyiz?

Protestolar ırk ayrımcılığına tepki olarak başladı. Bir kere tepkinin ve öfkenin hem bir geçmişi hem de bir derinliği var. Şöyle ki siyahlar yolda daha çok çevriliyor, arabaları daha çok durduruluyor, polis tarafından açılan ateşe daha fazla maruz kalıyor ve ölüyor, daha çok hüküm giyiyor. Kanun önünde eşit olmalarına hatta pozitif ayrımcılık önlemlerine rağmen hala eğitimde, işgücü piyasasında, konut piyasasında ve günlük yaşamda daha çok ayrımcılığa uğruyorlar.

İkincisi, daha yoksullar ve daha güvencesizler. Olayların başladığı kentte salgın öncesinde siyahlar arasında işsizliğin beyazların iki katından fazla olduğunu öğreniyoruz. Beyaz nüfusun ortalama geliri siyahların tam iki katıymış. Minneapolis Amerika’da mekânsal ayrışmanın en yüksek düzeyde görüldüğü kentlerden birisiymiş. Üstelik araya siyah ve beyazların yaşadığı semtleri birbirinden ayıran bir otoyol yapılmış. En çarpıcısı ise beyazlar arasında yüzde 6.5 olan yoksulluk oranının siyahlar arasında tam yüzde 32 olması. Ve bütün bu dengesizlikler salgın sonrasında daha da büyümüş. Bu resmi arada küçümsenmeyecek farklılıklar olsa da ABD’yi hatta ırk ayrımlarının güçlü olduğu tüm dünya ülkelerini içine alacak şekilde büyütebiliriz. Açıkça görüldüğü gibi üç önemli etken kesişiyor, üst üste biniyor. Yoksulluk, ırk ayrımcılığı ve mekânsal ayrışma. Bu siyahlar açısından işi kaynama noktasına getiren altyapı.  

Ama olayların aynı derecede önemli ikinci boyutu protestoculara başka grupların eklenmesi ve çok sayıda ülkeye yayılması. Eklenenler kimler? En çok altı çizilmesi gereken kesim gençler, genç kuşaklar. İkincisi, özellikle sokak hareketlerine katılan gruplar....çevreciler, eylemci solcular, eşcinseller, göçmenler, Trump karşıtları vb. Bunlar içinde yaşadıkları toplumun ve dünyanın çeşitli adaletsizliklerine karşı şu veya bu biçimde direnenler. 

Peki bu insanları bir araya getiren nedir?

Bu hareketlerin ortak paydası. Eşitsizlik.... İster sınıf, ister toplumsal cinsiyet, ister ırk etnisite, ister din mezhep temelli olsun. Eşitsizliklere karşı duyulan rahatsızlık. Ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasi. Tek boyutlu düşünmemek lazım. Kaynama noktası ise yoksulluğun, dışlanmanın, ayrımcılığın, ötekileştirmenin üst üste binmesi. Eşitsizliklere ve onunla birlikte giden yolsuzluklara, otoriter baskılara, çevre tahribatına karşı duyulan tepki büyüyor. Bu tepkilerin bir günde dünyayı değiştireceğini beklemek doğru olmaz. Ama bir hoşnutsuzluk birikimi söz konusu. Yönü tam belli olmasa da son otuz kırk yılın hegemonik ideolojilerine ve güçlerine karşı duyulan tepki belli kesimlerde öfkeye dönüşüyor. 

"OECD ülkelerinde yüzde 33 olan dolaylı vergi oranı Türkiye’de yüzde 70’i buluyor"

Ekonomik eşitsizliklerin temelinde ne yatıyor?

Bir yanda piyasa ekonomisi eşitsizlikleri artırıyor. Karların ve ücretlerin bölüşümü giderek artan ölçüde ücretler aleyhine gelişiyor. Diğer yanda devlet görünürdeki sosyal yardım ve kamu hizmetleri artışına rağmen gelir ve servet dağılımını artırıcı rol oynuyor. Örneğin vergi politikaları... OECD ülkelerinde yüzde 33 olan dolaylı vergi oranı Türkiye’de yüzde 70’i buluyor. Temel ihtiyaçlardan da alındığı için gelir dağılımını emekçiler aleyhine bozuyor. 

İşyerine bakalım. Türkiye’de çalışan nüfusun büyük bölümü ücretli. Son yıllarda ücret artışları milli gelir artışının gerisinde kaldı ve işyerinde emeğin aldığı pay düştü. Bunda teknolojik değişimin de rolü oldu ama esas neden ücretlerin nasıl belirlendiği. Çalışanların önemli bir bölümü asgari ücretli. Asgari ücret enflasyon ve döviz karşısında hızla eridi. Asgari ücreti belirleyen devlet. Genel olarak bakıldığında işçilerin toplu pazarlık gücünün zayıfladığını görüyoruz. Çünkü işçi örgütlenmeleri zayıfladı. Bir başka neden kayıt dışı ekonominin büyüklüğü. Üç kişiden birisi kayıt dışı ekonomide çalışıyor. Burada ücretler düşük, çalışanların bir bölümü güvencesiz. 

Bir de vergiler ve sosyal transferler sonrası ortaya çıkan dağılım var. Sosyal yardımlar yapıldıktan, kamu hizmetleri verildikten sonra. İlk bakışta son yirmi yılda eşitsizliği ölçen katsayıda kötüleşme görülmüyor. Ama Türkiye zaten gelir dağılımı oldukça bozuk bir ülke. Gelir eşitsizliği bakımından dünyada 64’üncü sırada. En zengin yüzde 20, ortalama olarak en yoksul yüzde 20’nin yedi sekiz katı gelir elde ediyor. Ama sorun burada bitmiyor. Gelir dağılımını belirlemek için yapılan anketlerde milli gelirden çok yüksek pay alan yüzde birlik dilime kolay ulaşılamıyor. Yani en zengin kesimin payı olduğunun altında görünüyor. Acemoğlu geçenlerde Türkiye’de en zengin yüzde 1’inin milli gelirden aldığı payın yüzde 30’a ulaştığını söyledi. Ama en önemlisi servet eşitsizliği. Yani yalnız gelir değil kişilerin sahip olduğu menkul ve özellikle gayrimenkul değerler göz önünde bulundurulduğunda bir buçuk, iki katına çıkıyor. 

Bu eğilimlerin küresel düzeyde de görüldüğünü söylediniz. Öncelikle ne tür gelişmelerin altını çizmemiz gerekir? 

Neo-liberal ekonomi politikalarının ağırlıkta olduğu son kırk yılda devlet adil bir bölüşüm sağlama konusunda etkili rol oynamadı. Yatırım gelmez, sermaye kaçar, büyüme durur endişesi vergilerin düşürülmesine ve sosyal harcamalarının kısılmasına neden oldu. Finans sektörü ve rant ekonomisi güçlendirildi. İşgücü piyasaları esnekleştirildi. Yoksulluğun başlıca nedenleri arasında yer alan işsizlik, kayıt dışı çalışma arttı, reel ücretler düştü. Gelir dağılımının göstergesi olan Gini katsayısı 1965 yılında dünya genelinde 0,39 iken 2015 yılında 0,48’e yükseldi. Bu yüksek bir gelir dağılımı eşitsizliği demek.

Kaybedenler gelişmiş ülkelerin alt-orta ve alt gelir grupları.  Ve yoksul ülkelerin yoksulları. Kazananlar... Bir, hızla büyüyen Asya ülkelerinin orta gelir grupları. İkincisi, yoksul ülkelerden gelişmiş ülkelere göç eden işçiler. En önemlisi sayıları yetmiş beş milyonu bulan ama dünya nüfusunun sadece yüzde birini oluşturan en zenginler. Bunların çoğu ABD ve gelişmiş ülkelerde. 

Batı ülkelerinin “yüzde 1’lik” elitlerinden çok sık bahsediliyor? Eşitsizlik denince akla önce bunlar geliyor. Bu elitler, yoksulluğun nedeni mi yoksa yoksulluğun yenilmesinde bir rol oynayabilirler mi?

Bu kesim daha çok sahip olduğu servetle dikkat çekiyor. Tasarruflar, gayrimenkul yatırımları, miras yoluyla edinilen varlıklar. En zengin yüzde birin dünya gelirlerinden aldığı pay yüzde 29’a ulaşıyor ama dünyadaki toplam servetin ise yüzde 46’sını ellerinde tutuyorlar. Bunlar arasında yer alan bir kesim son yıllarda sosyal sorumluluk projelerine yöneldi. Yoksullukla mücadele, sağlık koşullarını iyileştirme, eğitim olanakları sağlama projeleri... Ama bu zenginlikler bölüşümcü politikalarla tabana doğru yayılmadıkça sosyal sorumluluk projeleri yoksulluk ve eşitsizliklerin azaltılması konusunda çok yeteriz kalır. 

Türkiye’de eşitsizlikten çok yoksulluktan söz ediyoruz? Korona salgını sonrasında bu konu gündemde daha da öne çıktı? Yoksulluğun en önemli nedenleri neler?

Yoksulluk çok nedene bağlı. Üç nedenin altını çizelim. Birincisi düşük ücret. Bu nedenle Türkiye’de yoksul nüfusun yüzde 70’ini çalışan yoksullar oluşturuyor. Yani iş sahibi olma yoksulluğu önlemede yeterli olmayabiliyor. Şayet hanede başka çalışan yoksa iki üç kişilik bir hane asgari ücretle geçinemiyor. Şimdi bunların önemli bir bölümü ücret gelirinden de oldu. Kimilerinin ücreti kısıtlandı. Bu aileler yiyecekten kısıyor, çocuk beslenemiyor, kira ödeyemiyor, su, elektrik, gaz tüketimini en aza indiriyor, tedaviyi erteliyor. 

İşsizlik yoksulluğun diğer önemli nedeni. Salgın sürecinde yüzde 14 olan işsizlik oranı neredeyse iki katına çıktı. Genç ve kadın işsizliği daha da yüksek. İlk birkaç ay eş dost, veresiye alışveriş, eldekini avuçtakini satma ile idare etmeye çalışıyor. Ama işsizlik süresi uzayınca bu kanallarda tıkanıyor. Sosyal çevreleri de zaten geçim sıkıntısı çeken kimselerden oluşuyor. Devlet ve belediye yardımları ile idare etmek zorundalar. Ekonomik faaliyet alanlarının daralması, işyerlerinin kapanması, borçlar ve iflaslar bu koşulları çok daha zor hale getirecek. Salgının ekonomik ve toplumsal sonuçlarını henüz tam olarak görmeye başlamadık. 

"Eşitsizlik ekonomik olduğu kadar siyasi bir sorun"

Peki yozlaşma bu süreçlerde nasıl bir rol oynuyor?

Eşitsizlik ekonomik olduğu kadar siyasi bir sorun. Devlet kazancın ne kadarının vergi olarak alınacağına ve nerede ve kimler için ne kadar harcanacağına karar veriyor. Türkiye’de özellikle mevcut iktidar döneminde iktidara yakın kesimlere büyük avantajlar sağlandı. Haksız rekabet, kamu kaynaklarına ayrıcalıklı erişim gibi yollarla. Türkiye’de kamuda kayırmacılık, israf ve yolsuzluk yaygın. Dünya yolsuzluk algısı  endeksinde Türkiye 90’ıncı sıralarda. 

Kamu tesisleri, hazine arazileri, ormanlar yakınlara dağıtılıyor. Birbiri ardına yapılan değişikliklerle Kamu İhale Yasası, “muafiyetler yasasına” dönüştü. İhaleler, tercihli firmalara veriliyor. Savaş, salgın hastalık, tabii afet gibi durumlarda ilan ve pazarlık usulüyle ihaleye çıkmadan çabuk iş yaptırma imkânı tanıyan Afet Kanunu, iktidara yakın firmalara yol, köprü, kamu binaları yaptırma yolu oldu. Enerji, köprü, şehir hastaneleri Kamu Özel İşbirliği projeleri adı altında aşırı yüksek maliyetlerle tercihli firmalara verildi. Kamu harcamalarını etkin biçimde denetleyecek olan kurumlar ve mekanizmalar AKP iktidarı tarafından büyük ölçüde devre dışı bırakıldı. Denetlenme sistemleri zayıflığı var. Bilgi boşluğu var. Ve cezasızlık söz konusu. İşsizlik, yoksulluk, sağlık ve eğitim sorunları piyasa koşullarının olduğu kadar siyasi iktidarın tercihlerinin ve uygulamalarının da sonucu. 

Yoksullukla baş etmek için kamu kurumlarının, özel çıkarların denetimi altına girmesinin önlenmesi gerekir. Devletin bütçesinin şeffaf, etkin ve adil biçimde kullanılması gerekir. Pazarlıksız alımlara, tercihli ihalelere, değerinin altında yapılan satışlara ancak böyle engel olunur. Güçlü denge ve denetleme mekanizmaları oluşturulması bu nedenle önemli. Kamu harcamalarının anayasal kurumlar tarafından denetlenmesi yoksulluğu azaltmanın temel koşulu haline geldi. 

Derlediğiniz kitapta birçok kişi bu soruya cevap ararken şöyle bir soru yöneltiliyor: yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele için ne yapmalı?

Yoksulluk ve eşitsizlik Türkiye’nin diğer önemli sorunları ile bağlantılı. Bu sorunlar kopuk kopuk değil bir sistem sorunu olarak ele alınmalı. Yoksulluk ve eşitsizlik öncelikle borçlanma odaklı büyüme modelinin bir ürünü. Çözüm üretimine, teknolojik ilerlemeye ve bölüşüme ağırlık veren yeni bir ekonomik büyüme modelinde aranmalı. İkincisi, rejimin otoriterleşmesi, kaynak dağıtımının merkezîleşmesi ve kayırmacılığın (patronaj) yaygınlaşması israf ve yolsuzluğun artmasına yol açıyor. Bu sorun temelde bir demokratikleşme sorunu. Parlamento, yargı, medya ve sivil toplumun güçlendirilmesi ve başta bütçe olmak üzere iktidarın icraatının demokratik yoldan denetlenmesi gerekiyor. Üçüncüsü, sosyal yardım sisteminin gözden geçirilmesi ve sosyal devletin güçlendirilmesi gerekiyor. Dördüncüsü, ücretlerin iyileştirilmesi için sendikaların güçlenmesi ve toplu pazarlık mekanizmasının iyi işlemesi. Beşincisi, fırsat eşitliğini sağlayacak eşitlikçi ve nitelikli bir eğitim sistemi. Bu sayede uluslararası rekabeti güçlendirecek vasıflı işgücünün geliştirilmesi. 

Son yıllarda dünyada da yeni arayışlar var. Bunları izlemek lazım. Bir kere sosyal yardımların yurttaşlık hakkı olarak yapılması şart. Özellikle salgın sonrasında evrensel temel gelir üzerinde duruluyor. Şarta bağlı olmayan bir yardım türü. Temel geliri savunanlar yoksulların ellerine geçen parayı en doğru yerlere harcayacaklarını iddia ediyor. Finlandiya’da bir pilot uygulama var. Ailenin sağlık durumunun iyileştiği, çocuğun okulda daha başarılı olduğu, çocuk evliliklerinin ve çocuk çalıştırmanın azaldığı, kadınların özerkleştiği, hatta iş bulma olasılığının arttığı görülüyor. Diğer yandan AB giderek büyüyen eşitsizlik, yoksulluk, sosyal dışlanma ve göç sorunları karşısında yeni sosyal politikalar ve sosyal devlet anlayışı geliştirmeye çalışıyor. Sosyal içerme, kapsayıcılık, çocukluk dönemi üzerinde duruluyor. Amaç, önleyici politikalarla yoksulluğu başlangıç aşamasında ortadan kaldırma. Erken dönem müdahalelerin odağında anne çocuk sağlığı, çocuk bakımı, erken çocukluk ve kadınların iş gücüne katılımı var. Böylece yoksulluğun nesilden nesile aktarılmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. 

"Dünyanın kuzey-güney diye bölündüğünü söylemek biraz abartılı"

Yoksulluk, uluslararası ilişkilerdeki deyimle “küresel Güney”in kaderi mi? Yoksa siyasi kültürün değişmesi yıllardır süregelen yoksulluğu yenebilir mi?

Küresel Kuzey ve Güney eşitsizliğin coğrafi boyutuna işaret ediyor. Kuzey daha zengin, daha eşitlikçi, daha demokratik, daha eğitimli. Güney ise daha az gelişmiş, daha yoksul, daha az demokratik ve daha az eğitimli. Güney ülkelerinin bir bölümü eski koloniler, Kuzey ülkelerinin bazıları ise onları egemenlikleri altına alan Batı ülkeleri. 

Evet, özellikle en gelişmiş ve en az gelişmiş ülkeler arasında bu tür farklılıkların son derece belirgin olduğu söylenebilir. Ama dünyanın bu ikilem ile ortadan bölündüğünü söylemek biraz abartılı. Bir kere Güney türdeş değil. Ülkeler arasında önemli ekonomik farklılıklar var. Körfez ülkeleri Güney ama çok zengin. Güney Kore gibi dün Güney özelliği gösteren bazı ülkeler bugün Kuzey içinde düşünülüyor. Hindistan çok yoksul ama demokrasiyi yaşatabiliyor. Kuzey’de ve Güney’de orta sıralarda yer alan birçok ülke daha çok birbirine benziyor. Hangisi Kuzey hangisi Güney,  ayırım muğlaklaşıyor. Üst orta- orta- alt orta gibi gelişmişlik düzeyleri üzerinde durmak daha gerçekçi. 

Küreselleşme bu ikilemi önemli ölçüde yeniden şekillendirdi. İki dünya arasında akışkanlıklar çok arttı. Yoksul Güney’den çoğu kimse Kuzey’e göç ederek daha yüksek bir yaşam standardı sağladı. Kuzey ülkelerinden Güney ülkelerine büyük bir sermaye hareketliliği görüldü. Başta Çin, Güney Doğu Asya ve Güney Asya olmak üzere çok sayıda ülke yüksek büyüme hızları sağladı. Güney’in dünya üretimine ve ticaretine katılım payı çok arttı.

Önemsenmesi gereken bir başka şey ülkeler arasında ekonomik işbirliği. ABD ve Meksika’yı bir araya getiren NAFTA. Daha önemlisi Güney-Güney işbirliği... BRICS.... Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika... Şanghay Beşlisi. Latin Amerika, Güney Asya, Afrika’da benzer örnekler. Çin Afrika’nın en büyük ekonomik partneri olmakta. Ücretler onda bir kadar olduğu için Çin Etiyopya’ya sanayi yatırımları yapıyor. Diğer yandan dünya piyasalarında ve dünya siyasetinde Güney ülkelerinin ağırlığı artıyor. Rusya'nın ve Çin’in stratejik ağırlığı Avrupa’nın önünde. Doğu Asya Avrupa’dan çok daha hızlı büyüyor ve aradaki fark kapanıyor. Evet Kuzey ve Güney arasında önemli farklılıklar var ama ikiye bölünmüş bir dünya algısı birçok bakımdan yanıltıcı olabiliyor. 

Halkların yoksul kesimlerinin sıklıkla muhafazakar partilere yöneldiğini görüyoruz. Örneğin birçok araştırma 2016 ABD genel seçimlerinde  gelir düzeyi düşük eyaletlerin Trump’a yöneldiğini gösterdi. Demokrat Parti’nin içinde de iki ön seçimdir bu durumu görüyoruz. Düşük gelirli eyaletler sosyal politikalara ağırlık veren Sanders’a değil, Clinton veya Biden’a yöneldi; bunu nasıl gerekçelendirebiliriz?

Sorun önemli ölçüde işçi sınıfının sosyo-kültürel eksende bölünmesi. Ve alt ve orta-alt gelir grupları arasında küçümsenmeyecek bir kesimin popülist sağa yönelmesi. Sanıyorum esas bakılması gereken yer uzun zamana yayılan yapısal dönüşümler. Gelişmiş ülkeler sanayi ötesi topluma, bilgi ekonomisine doğru evrildikçe köklü sınıfsal ve kültürel değişimler meydana geliyor. 

Bir kere mavi yakalı işçi sınıfı küçülüyor. Bir neden, yatırımların emeğin ucuz olduğu ülkelere kayması. Diğeri ise otomasyon. Sonuçta, yakın zamana kadar toplumun en büyük kesimini oluşturan mavi yakalı işçilerin çalışan nüfus içindeki payının yüzde kırklardan yirmilere gerilediğini görüyoruz. Sendikaların da zayıflamasıyla endüstriyel işçi sınıfı sayı, gelir, statü ve siyasi güç kaybına uğramış durumda. Diğer yandan, bilgi ekonomisinin gelişmesiyle eğitimli beyaz yakalılar çalışan nüfusun daha büyük bir kesimi haline geldi. Ama aynı zamanda düşük ücretli, düşük vasıflı ve kısmen de kayıt dışı çalışan hizmet işçilerinin sayıları da hızla arttı. Temizlikçiler, garsonlar, tezgahtarlar, şoförler, kasiyerler... 

Konunun bir de kültürel ve etnik kimlik boyutu var. Bir süredir kültürel kimlik  politikaları ve toplumsal hareketler yükselişe geçmiş durumda. Kadınlar, sarı yakalılar, etnik ve dini gruplar, eşcinseller, ırkçılığa, çevre kirlenmesine karşı çıkanlar. Ama asıl önemlisi göçmenler. Özellikle Avrupa toplumları birden hızlı etnik değişim olgusuyla karşılaştı. Bu gelişmeler yerli işçi sınıfını ve muhafazakar orta sınıfları rahatsız ediyor. 

Bir kere ekonomik olarak. Devletin sosyal harcamaları kısıtlaması, zenginler aşırı zenginleşmesi, yüksek eğitimlilerin küreselleşmesi... Ama mavi yakalı işçilerin, rutin işler yapan beyaz yakalıların ya da kendi hesabına çalışan küçük işletmelerin gelirleri sabit kalıyor ya da düşüyor. Böyle olunca zenginlere, küresel orta sınıflara ve de özellikle göçmenlere yönelik tepkileri giderek artıyor. İş dünyasının ve küreselleşen orta sınıfların özgürlük, dünyaya açıklık ve çoğulculuk gibi gerekçelerle azınlıklara ve göçmenlere sahip çıkmalarına içerliyorlar. Onlar tarafından toplumun dışına itildiklerini düşünüyorlar. Eski sanayi toplumunu ve kaybolduğunu düşündükleri ulusal kimliklerini arıyorlar. Sorun esas şurada ki sosyal demokratları da elit-göçmen ittifakının içinde görüyorlar. Çünkü solcular dışlanan göçmenlerin yanında olmaya çalışıyorlar. 

İşte bu ortamda sağ popülistler küresel, liberal, teknokratik olarak suçladıkları “elitleri” kötü gidişten sorumlu tutuyorlar. Merkez-sağ ve merkez-sol partileri yerleşik düzenin, göçmenlerin, azınlıkların çıkarlarının savunucuları olarak gösteriyorlar. Dış güçlerin halkın egemenliğine el koyduğunu söylüyorlar. Kendilerinin milletin hakiki temsileri olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarını desteklemek için komplo teorileri üretiyorlar. Güvenlik sorunlarını abartarak toplumu korkutmaya çalışıyorlar. Sorunları ancak güçlü liderlerin çözebileceğini iddia ediyorlar. Ve işçi sınıfı tabanından küçümsenmeyecek oranda oy alıyorlar.

Gelir eşitsizliğinin çok ağır biçimde kadınları etkilediğini görüyoruz. Çoğu zaman kadınlar, aynı işi yapan erkek meslektaşlarından daha az maaş alıyor... 

Yoksul kadınlar yoksulluğun getirdiği sorunlarla daha fazla yüzleşmek zorunda. Yoksulluktan kurtulmalarının önünde daha büyük engeller var. Bunun başlıca nedeni toplumsal cinsiyet temelli iş bölümü. Yoksul kadınların ev işlerinden sorumlu tutulmaları. Ekonomik bakımdan erkeğe bağlı durumda olmaları. Erkek egemen ailede hane geliri eşitsiz paylaşılıyor. Örneğin asgari ücret iki bin lirayken erkeğin sigara parası ayda üç, dört yüz lira olabiliyor. Kadınlar çalıştıklarında genellikle ev işlerinin uzantısı olarak görülen düşük ücretli işlerde çalışıyorlar. Erkeklerle aynı işi yapsalar da aynı ücreti alamıyorlar. Bu nedenle kadın yoksulluğu ile mücadele bir gelir meselesi olduğu kadar ataerkil değerlere, ilişkilere ve yasalar dahil kadına karşı ayrımcılığa karşı bir mücadele. 

Türkiye’de çocuk yoksulluğu oranı yüzde yirmi beşlerde. Sorun beslenme, eğitim, sağlıkla doğrudan ilgili. Yetersiz beslenme yetersiz büyümeye, fiziki güç kaybına ve müzmin hastalıklara yol açıyor. Aşırı yoksul ailelerin üçte birinde ciddi bir hastalığa yakalanmış ya da hastalığı kronikleşmiş en az bir çocuk olduğunu görüyoruz. Kız çocukları erken evlendiriliyor, erkek çocuklar çalıştırılıyor. Çocukluktan gelen dezavantajların sonradan telafisi güç. Yaşam boyu sürebiliyor. Özellikle bu alanda devletin sorumluluğu çok büyük.

Bu sadece kadınlar ve çocuklar için değil, daha birçok grup, azınlıklar için de geçerli. Bu nasıl denetlenebilir?

Evet daha birçok grup için geçerli. Mesela engellilik... Yalnızca ekonomik ve toplumsal konum değil aynı zamanda bedensel durumu ile ilgili bir sorun. Çünkü bireyin fiziki gücünün kısıtlılığı ve engelli olmanın getirdiği ek maliyetler söz konusu. Ya da yaşlılar... Türkiye’de 65 yaş üstü nüfus oranı hızla yükseliyor. Salgın sürecinde en çok konuşulan kesim yaşlılardı. Yaşlılar arasında yoksulların ve güvencesizlerin oranları diğer yaş gruplarına kıyasla daha yüksek. Hem fiziki kısıtları fazla hem sosyal ve ekonomik dezavantajları. En yüksek yoksulluk tek başına yaşayan yaşlı kadınlar arasında görülüyor. Yaşlılara yönelik olarak 65 yaş aylığı, evde yaşlı ve hasta bakımı, ayni yardımlar gibi destekler var. Ama genç aileler yaşlı bakımını üstlenmekten kaçınma eğiliminde. Yaşlılara hizmet veren huzurevleri, bakımevleri, yaşlı danışma merkezleri ise oldukça sınırlı. 

Son bir örnek. Ve en tartışmalı konulardan birisi. Yaklaşık 3,5 milyon Suriyeli ile birlikte Türkiye’ye gelen göçmenlerin sayısı 5 milyonu geçti. Evet, Suriyeliler resmi kurumlardan çeşitli destek alıyor ama göçmenlerin büyük çoğunluğu işsizlik ve yoksulluk sıkıntısı çekmiş ve çekmekte olan kimseler. Genellikle düşük ücretli, geçici ve kayıt dışı işlerde çalışıyorlar. Emek yoğun sanayilerde... mevsimlik tarım işçiliğinde... Buralarda ücretler düşük, çalışma şartları ağır ve yaşam zor. Toplamda en az iki milyon kişi söz konusu. Yani işgücü piyasasının önemli parçası haline gelmiş durumdalar. Evet, sorun iktidarın yanlışlarından kaynaklandı. Evet, çözüm ülkelerine dönmeleri olarak düşünülüyor. Ama bir sosyolog olarak şunu söyleyebilirim. Bir yerde beş yıldan fazla yaşayan göçmenlerin çoğunluğu orada kalır. Araştırmalar da bunu gösteriyor. Bu nedenle Türkiye’nin ciddi bir göçmen yoksulluğu sorunu var. 

Her biri farklı yoksulluk deneyimi demek. Her biri üzerinde ayrı ayrı durmak gerekiyor. Tüm farklı boyutları ve türleri ile yoksullukla ilgili tüm sorunların çözümünde tek önemli adres güçlü sosyal devlet.

"En zengin kesimin çocuklarına en yoksul kesimin 14 katı eğitim harcaması yaptığı bir Türkiye’den söz ediyoruz" 

Eşitsizlikten bahsedildiğinde aklımıza genelde gelir eşitsizliği geliyor. Fırsat eşitsizliğinden de biraz söz edebilir misiniz? Bu durum Türkiye’de hangi açılardan baş gösteriyor?

Türkiye’de çocukların dörtte biri yoksul, yarısı dezavantajlı konumda. Bunlar yoksul, anneleri az eğitimli, sosyo-ekonomik bakımdan geri kalmış bölgelerde yaşayan çocuklar. En zengin kesimin çocuklarına en yoksul kesimin 14 katı eğitim harcaması yaptığı bir Türkiye’den söz ediyoruz. Bu yapı sonucu alt gelir diliminde yer alan ailelerin çocuklarının yaklaşık üçte ikisi alt gelir basamaklarında kalmaya devam ediyor. 

Gelişmiş ülkelerde 13 yılı bulan ortalama eğitim düzeyi Türkiye’de henüz 7 yıl. Türkiye’de okullaşma oranları yükseldi. Doğru. Ama diğer gelişmekte olan ülkelerde de Türkiye kadar hatta daha fazla yükseldi. Buna rağmen 2018 yılında orta öğretimde öğrencilerin yüzde 15’i eğitim dışındaydı. Dezavantajlı çocukların yarısından çoğu, öğrenme yetisinin en yüksek olduğu yaşlarda (4-6) okul öncesi eğitime erişemiyor. İlk ve orta öğretimde sosyo-ekonomik bakımdan dezavantajlı okullarda, örneğin ikili eğitimde genellikle dezavantajlı çocuklar okuyor. Özel okullar ile dezavantajlı çocukların okuduğu devlet okulları arasındaki eğitim kalitesi farkı büyüyor. 

"Türkiye dünyanın vasıfsız iş gücü yetiştiren ucuz emek ülkesine dönüşüyor"

Kanımca eşitsizliğin en önemli boyutu öğrencilerin erken yaşta farklı okul türlerine, programlara, kulvarlara ayrılmaları. Varlıklı aileler çocuklarını öğretmen donanımı, okul güvenliği ve faaliyet zenginliği bakımından daha iyi durumda olan başarılı okullara gönderiyor. Dezavantajlı çocuklar ise genellikle eğitim bakımından daha zayıf meslek ve İmam Hatip okullarına gitmek zorunda bırakılıyor. Devamsızlık, sınıf tekrarı, erken ayrılma gibi durumlar en çok bu okullarda görülüyor. 4+4+4 sistemi ile ikinci dört yıla çekilen erken mesleki yönlendirme eğitimde başarıyı düşürüyor.

Dezavantajlı çocuklar, diğerleri kadar başarılı olamayınca okulu terk ediyor, evlendiriliyor, çalıştırılıyor. PISA sonuçları bu konuda net bir fikir veriyor. Başarı puanına göre altı kademe var. Son iki grupta yer alanlar genellikle meslek ve İmam Hatip okullarında okuyan çocuklar. En acı tarafı şu. Bizim çocuklar tüm dünyada fen eğitimine en yatkınlar arasında yer alıyor. Ama iktidar fen okulları açmıyor. Sonuçta eğitimi olmayan yoksul bir anne babanın çocuğu büyük olasılıkla hayat boyu yoksul kalıyor. Dünyada fırsat eşitliğini sağlamanın en önemli aracı olarak görülen eğitim Türkiye’de bu rolü oynamıyor. Eğitim sistemi öncesi var olan eşitsizlikler eğitim sürecinde ve sonrasında devam ediyor. Türkiye dünyanın vasıfsız iş gücü yetiştiren ucuz emek ülkesine dönüşüyor. 

Eşitsizliğin etkilerini biraz daha açabilir miyiz? Özellikle ‘demokrasi’lere odaklanarak…

Eşitsizlik ekonomide verimliliği, istikrarı ve büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir. Ücretlerin payının düşmesine, talebin azalmasına, büyümenin durmasına neden olmaktadır. Eşitsizlik başta eğitim, sağlık, bilim-teknoloji olmak üzere kamu yatırımlarının kısılmasına yol açmaktadır. Eşitsizlik artışı haksız kazanç, israf ve yolsuzluk artışını beraberinde getirmektedir. Eşitsizlik toplumda güvenin ve dayanışmanın aşınmasından insan hakları ihlallerine, hukukun çiğnenmesinden demokrasinin zayıflamasına çok sayıda temel sorunun başlıca kaynağı haline gelmiş durumdadır. Toplumsal gerilimleri ve çatışmaları tırmandırmaktadır. Eşitsizlik yerleşik demokratik rejimleri dahi tehdit eden sağ/otoriter popülizmin güçlenmesine ve yayılmasına yol açan başlıca nedenler arasında yer almaktadır. 

Buna karşılık daha eşitlikçi bir ekonomik ve toplumsal yapıya sahip ülkeler daha hızlı büyümektedir, daha zengindir, daha eğitimlidir, daha yüksek bir refah düzeyine sahiptir, daha mutludur ve daha iyi yönetilmektedir Günümüzde eşitsizliğin büyümenin sonucu olduğu yönündeki tezler yerini, eşitliğin büyümeyi hızlandırdığı görüşüne bırakmaktadır. 

"Çalışan yoksulların örgütlenmesi ve sendikaların güçlenmesi eşitsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadelenin başlıca unsuru olarak görülmeli"

Peki toplum hareketleri ve sivil toplum örgütlenmeleri çözüm sürecinde nasıl bir rol oynayabilir?

Çalışanların gelirlerinin arttığı, çalışma koşullarını iyileştiği, yaşam standartlarının yükseldiği dönemlere, ortamlara, ülkelere bakalım. Örgütlenme ve toplu pazarlığı görürüz. Türkiye’de ücretli çalışanların oranı yüzde yetmişe yükseldi ama işçi örgütlenmeleri zayıfladı. DİSK-AR araştırması sendikalaşma oranının yüzde 11,4 olduğunu ve işçilerin ancak yüzde 7’sinin toplu iş sözleşmesi kapsamında bulunduğunu gösteriyor. Yani sendikalı işçilerin de yaklaşık yüzde kırkı toplu iş sözleşmesi dışında kalıyor. 12 Eylül askeri yönetimi ve neo-liberal politikalarla başlayan bir baskılama sürecini AKP iktidarı ağırlaştırarak sürdürdü. İşçi haklarını kısıtlayan ve sendika örgütlenmelerini zayıflatan yasaları ve kurumları pekiştirdi. Kaldı ki sendikaların da bir bölümü siyasi iktidara göre hareket eden kuruluşlar haline gelmiş durumda. Sonuçta işsizler ve göçmen işçilerle hızla büyüyen emek arzının, emeğin sermaye karşısındaki pazarlık gücü çok zayıfladı. 

Çalışan yoksulların örgütlenmesi ve sendikaların güçlenmesi eşitsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadelenin başlıca unsuru olarak görülmeli. Örgütlenme dışında çözüm arayışları romantik iyi niyet temennileri olmanın ötesine geçemez. Şayet eşitsizliğin ekonomik büyümeyi yavaşlattığını IMF, Dünya Bankası bile vurguluyorsa, adil bir gelir dağılımı sağlamak ve büyümeyi hızlandırmak için işçilerinin pazarlık gücünün artırılması şart demektir. 

Hükûmetler değiştikçe, eşitsizliğe maruz kalan taraflarda değişiyor, para ve sermaye el değiştiriyor, toplumda önemli değişiklikler oluyor. Daha önce “ezildiğini” söyleyen grupların, siyasi denge değişince ve güç ellerine geçtiğinde aynı muameleyi karşı tarafa gösterdiğini görüyoruz. Bu döngüyü kırmak mümkün mü?

Bu konu öncelikle toplumdaki yarılmalarla ilgili. Her toplumda ekonomik-sınıfsal, kültürel, ideolojik yarılmalar vardır. Örneğin Türkiye’de bu konu açıldığında hemen laik İslamcı, merkez çevre, Türk Kürt, elit halk, Alevi Sünni gibi ayrımları sıralanır. Bu tür ayrışmaların bazıları zaman içinde geri plana itilir, bazıları öne çıkar, bazen de bunlara yenileri eklenir. 

Siyasi partilerin asli görevlerinin toplumda var olan yarılmaları ve bunlardan doğan gerilimleri ve çatışmaları hafifletmek olarak bilinir. Gerçekten de gelişmiş ülkelerde siyasi partiler geçmiş yüzyılda bu yarılmaları önemli ölçüde yumuşatmayı başardılar. Oysa Türkiye’de siyasi iktidar Türkiye’nin toplumsal, tarihi ve kültürel bagajında ne varsa abartarak hatta tahrif ederek kutuplaştırma merkezli bir iktidarda kalma stratejisi izliyor. Şimdi de milli ile gayri milli güçler diye bir yarılma oluşturuyor. Diğerlerini bunun altına yerleştirmeye çalışıyor. Bu yarılmalardan hareket ederek siyaseti kutuplaştırıyor. Oysa başlangıçta kendisini mağdurların partisi olarak gösterip, herkesin hak ve özgürlüklerini savunacağını, tüm toplumun partisi olacağını söyleyerek iktidara gelmişti. 

"Ben Türkiye’de AKP iktidarı sonrasında bu şiddette bir kutuplaşma, güç temerküzü ve dışlama yaşanacağını sanmıyorum"

Böyle yapmasının bir çok nedeni var. İki tanesinin altını çizebiliriz. Birincisi, gücün aşırı yoğunlaşması. Siyasi iktidar kamunun kaynaklarını kendi çevresi dışında gördüğü hiçbir güçle asgari düzeyde dahi paylaşmak istemiyor. Hepsine sahip olmak istiyor. Bu nedenle gücünü anayasa ve yasalarla sınırlamaya çalışan her gücü etkisizleştirmeye çalışıyor. Bunu toplumun yarısını karşısına alma pahasına, kutuplaştırma politikalarıyla yapıyor. İkinci önemli neden geliştirdiği bütüncül ideoloji. Her alanı kapsayan, her yerde ve her zaman doğru olan, herkesin uyması gereken değerler, normlar ve hükümler olduğunu ve bunları yalnız kendisinin temsil ettiğini öne süren bir ideoloji. Hakiki bir millet olduğunu, o milletin kendisi gibi düşündüğünü, o milleti yalnız kendisinin temsil ettiğini, her yapılanın millet adına milletin istediği gibi yapıldığını iddia eden bütüncül bir siyaset anlayışı.

Ne var ki tarihimiz bu ölçüde sert ayrışma, dışlama, çatışma örnekleri ile dolu değil. Tersine tarihin bölmek değil uzlaştırmak için değerlendirilmesi gerekir. İkincisi, toplumda da iktidarın göstermeye çalıştığı düzeyde sert ve uzlaşmaz ayrılıklar yok. Çatışmacı politikalar biraz yumuşatılsa toplum ve siyaset tüm uyuşmazlık ve farklılıklara rağmen bu ölçüde gerilmez. Üçüncüsü, siyasetin soruna çatışma değil uzlaşma tarafından bakması. Millet İttifakı farklı görüş ve duruşları bir araya getirerek böyle bir çoğul Türkiye modeli sunuyor aslında. Cumhuriyetçi, laik, milliyetçi, İslamcı, Kürt siyaseti her unsuru bir araya getiriyor. Ben Türkiye’de AKP iktidarı sonrasında bu şiddette bir kutuplaşma, güç temerküzü ve dışlama yaşanacağını sanmıyorum.        

Bir ülkede yoksulluk ve eşitsizliği tamamen bitirmek mümkün olmayabilir. Ama başarılı sonuçlar vermiş deneyimler var mı?

Eşitlikçi toplumsal yapıyı sürdürme konusunda Kuzey Avrupa ülkeleri daha başarılı. Danimarka, Finlandiya, İzlanda Norveç ve İsveç... Toplumsal yarar ile ekonomi arasında sağlam dengeler oluşturmayı daha iyi başarıyorlar. Hepsi karma ekonomiye sahip sosyal demokrat ekonomiler. Devlet ekonomide önemli rol oynuyor ama katı merkezi planlama yok. Hukuk sistemi sözleşmelere uyulmasını sağlıyor, işçi haklarını teminat altına alıyor ve mülkiyeti koruyor. Yaratılan zenginlik daha eşit paylaşılıyor. Bu ülkelerin deneyimi ekonomik büyüme için piyasa köktenciliğinin hiç de şart olmadığını da kanıtlıyor. Küresel rekabet koşulları altında eşitlikçi yapıların ve güçlü sosyal devletlerin ayakta kalabileceğini kanıtlıyor. 

Bakın bu ülkelerde kişi başına gelir İngiltere, Fransa ve Japonya’nın üstünde. Gelişmişlik göstergeleri bakımından da en yüksek değerlere sahip ülkeler. İnsani Gelişme Endeksinde en üst sıralardalar. Dünya Şeffaflık endeksine göre yolsuzluğun en az görüldüğü ülkeler arasında yer alıyorlar. Basın özgürlüğü konusunda dünyanın ilk dördü yine bu ülkelerden. Kadın erkek eşitliği endeksinde en ön sıralarda bu beş ülke var. Norveç dünyanın en mutlu ülkesi. Onu Danimarka izliyor. Finlandiya altıncı, İsveç onuncu. 

Kuzey ülkeleri küçük. Kültürel bakımdan oldukça türdeş. Toplumda yüksek güven ve işbirliği var. Özgürlükçü ve yaratıcı bir kültür yerleşmiş. Bu modelin büyük ülkelere, gelişmekte olan ülkelere kolayca ihraç edilebileceğini düşünmek gerçekçi değil. Ama politikacılar, bilim insanları, STK’lar eşitlikçi bir toplum düzenini, insani gelişmeyi, mutluluğu ve büyümeyi birlikte ele alan bütüncül bir örnek olarak bu ülkelerin deneyimini göz önünde bulundurmalılar.