Toplum neden işlenen haksızlıklara, yolsuzluklara karşı bu kadar duyarsız veya

millet iradesi neden kötünün peşinden gidiyor ve benzeri pek çok soru geçiyordur aklınızdan.

Bu sorulara kafa yoranlar, toplumun içine düştüğü hale üzülenler konuya genelde ahlaki ya da ilkesel, çoğunlukla da duygusal bir bakış açısından bakıyorlar. Bu yüzden bulabildikleri cevaplar "Türk" veya "Türkiye" toplumun bozulması, dejenere olması, eğitimsiz olması, aç olması, hukukun çalışmaması gibi çıkarımlar oluyor.

Ancak hepinizin de fark edebileceği üzere bu cevaplar bizi bir yere götürmüyor. Analiz yapabileceğimiz bir zemin sunmuyor. Hiç bir anlamlı çıkarım üretebilmemiz için veri oluşturmuyor.

Analitik düşüncenin temeli soruna tüm duygularımızdan kurtularak bakmamızı gerektirir. Gelin birlikte önyargılarımızı, kabullerimizi belirleyip, analiz yaparken bunları devre dışı bırakmaya çalışalım.

Birinci kabul: Toplum olarak diğer toplumlardan daha üstün veya daha iyi değiliz.

Her toplum kendisini diğer toplumlardan daha iyi, daha üstün ve daha haklı hissetme eğilimindedir. Realite böyle olmasa da böyle bir "efsaneyi" üretmek ve "biz" olarak neden "öteki"lerden iyi olduğumuza kendini ikna etmek zorundadır. Zira topluluklar kendilerini "öteki" ve "kötü" saydıklarından ne kadar farklı olduklarına ilişkin bir anlatı üreterek varlıklarını korur ve "biz" olurlar.

Doğru bir analiz için gelin başkalarından daha iyi, daha üstün veya daha geri olduğumuz gibi duygusal girdileri şimdilik bir kenara bırakalım.

İkinci kabul : Toplumun her zaman doğruyu bulan ortak bir aklı vardır.

Toplumun ortak karar alma becerisi olduğu var sayımı ve bunu işlettiği oy verme mekanizması demokratik rejimlerin temelini oluşturur. Ancak çoğunluk oyları bir toplumu demokratik ve adil yapmaya yetmez. Hitler'in, Mussolini'nin ve bugün yaşayan öne çıkan diktatörlerin önemli bir bölümünün seçimle, yani çoğunluğun onayı ve isteği ile yükseldiğini düşünerseniz toplumların istatistiksel ortalamasının veya çoğunluğunun her zaman en doğru ve adil seçimi yapamadığını görebilirsiniz.

Bu yüzden yine doğru bir analiz yapabilmek için milli irade, necip millet, milletimiz en iyisini bilir gibi düşüncelerimizi de bir süre için bir kenara bırakalım.

Bu iki ön kabulümüzü bir kenara bırakarak bazı akıl yürütmeler yapacağım. Siz de bir benzerini kendiniz yapabilir kendi çıkarımlarınıza ulaşabilirsiniz. Dediğim gibi kural duygularımızı ve ön yargılarımızı bir kenara bırakmak. Bu noktadan sonra söyleyeceklerim kendi gözlemlerim ve çıkarımlarımdır.

Toplum en doğrusunu mu bilir?

Bence ilk yapmamız gereken şey bireyin ve toplumun iki farklı şey olduğunu kabul etmek. Daha doğrusu bireylerde gözlemlediğimiz veya görmeyi arzuladığımız kaliteleri veya özelliklerin toplumlarda bulunmadığını veya başka türlü işlediğini var saymak.

Aslında bunun böyle olmadığına sürü psikolojisi, kitle psikolojisi gibi kavramlardan aşinasınız. Yine de bu kavramların genelde bireyin grup içindeki davranışlarını tanımlamakta kullanıldığını düşünebiliriz.

Akıl, irade ve vicdan gibi özellikler aslında bireylere ait olan özelliklerdir. Ancak Tanrı dahil devlet dahil her soyut şeyi -biraz da kaçınılmaz olarak- kendisine benzetme veya kendisine nisbetle tanımlama eğiliminde olan varlıklar olduğumuz için toplulukların veya toplumun da benzer özelliklere sahip olduğunu var sayarız.

Aynı var sayımdan yola çıkarak demokrasinin bu özelliklere sahip olan milyonlarca bireyin aklı selim davranışlarının ortalama iyi ve doğru seçmen davranışına evrileceğini var sayarız. İstatistiksel ortalamanın her zaman en doğru kararı vereceğine, iyi ve ahlaki olanı, adil olanı seçeceğine ilişkin bu inancımız takdir edilecek bir duygudur.

Toplumlar necip midir?

Oysa akıl, irade, ahlak ve vicdan gibi bireylere ait olan özellikler ve kaliteler toplumsal seviyede ya da bir başka ifade ile grup dinamikleri içinde önemini kaybeder. Grup veya toplum dava, inanç, millet, devlet gibi "biz" kavramını destekleyen olguları gerekçe göstererek bireylerin akıl, vicdan ve iradelerini baskılayabilir ve kapatabilir. Bu sayede bireyler kendi başlarına yapmaları imkansız olan kötülükleri (soru çalmak, yargı süreçleri için sahte delil üretmek, rakiplerinin adını kirletmek, şantaj yapmak, işkence yapmak, insan öldürmek, komşusunu ihbar etmek, zulmü alkışlamak, adaleti çarpıtmak, yolsuzluk yapmak, kamu malına göz koymak, yandaşları beslemek, adaleti satın almak, insanların malına mülküne çökmek ve sayılamayacak daha nicesi) kendi akıl, vicdan ve iradelerinin kontrolü dışında işleyebilme imkanına bir kişinin ifadesi ile günah işleyebilme özgürlüğüne kavuşurlar.

Bunun sebebi bireyin aksine grubun, topluluğun veya toplumun davranışlarının akıl, irade ve vicdan gibi üst seviye melekeler yerine korku, ötekileştirme, hayatta kalma, alanını koruma ve genişletme gibi duygularla güdüleniyor olmasıdır. Bu yüzden grup veya kitle davranışları özü itibariyle akılcı olmaktan çok tepkiseldir ve çoğunlukla içgüdüseldir.

Bu yüzden istatistiksel çoğunluğun veya ortalamanın bir şekilde en akılcı kararları vereceğini, aklı selim davranacağını, kötü ile iyiyi ayırabileceğini var saymak ne kadar doğru diye sormadan geçemiyorum.

Demokrasiyi çoğunluğun oyları zanneden muhafazakar veya bizim için geçeli olan İslamcı düşüncenin (bunu çoğunluk olduklarına inanarak ileri sürüyorlar tabi) inandığının aksine çoğunluk toplumsal meşruluk sağlasa da ahlaki veya ilkesel meşruluk sağlamaya yeterli değildir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi tarih içinde  yaşadığı Nazizm, Faşizm gibi acı ve yıkıcı tecrübelerden yola çıkan Batı'da demokrasiyi ayakta tutacak başka mekanizmalar türemiştir.

Bu yüzden modern demokrasi düşüncesi sadece oy çokluğuna dayanmaz, demokrasiyi ayakta tutacak toplumsal ve kamusal kurumların varlığını ve sayıca az olanların ve diğerlerinden farklı olanların haklarının garanti altına alınmasını içerir.

Şeytanın peşinden gönüllü gitmek

Günümüzde demokrasilerin genel bir gerileme içinde olduğunu, demokrasinin beşiği sayılabilecek toplumlarda bile ciddi krizler yaşandığını hepiniz biliyorsunuz. Hatta bilmekle kalmıyor çöken bir demokrasinin içinde yaşayarak bizzat görüyorsunuz.

Pek çok düşünür modern demokrasilerin başının popülizmle -yani çoğunluğun menfaatlerinin ve kaygılarının kurulu düzeni oluşturan elitler ve kurumlar tarafından göz ardı edildiği, toplumun ve çoğunluğun hak ettiğinden daha fazla övüldüğü bir tür siyasal yaklaşımla başının belada olduğunu düşünüyor. Ancak bu tespiti pek çoğu yapmakla beraber,  demokrasilerin başının belası olan popülizme karşı  bir çözüm önerisi getirenlerin sayısı azınlıkta kalıyor.

Ben bunun bir sebebinin toplumun veya insan gruplarının davranışlarının doğasını yeterince anlayamamızdan kaynaklandığını düşünüyorum.

Burada asıl çarpıcı olan toplumların akıl ve mantıkla değil içgüdülerini tetikleyen korku ve arzularla  güdülebildiğini ilk fark edenlerin düşünürler değil kitleleri peşinden sürükleyebilecek söz söyleme, polemik yapma becerilerine sahip  siyasetçiler olduğu gerçeği. Bu siyasetçiler, bizim şu sıralarda popülist, otoriter veya tek adamlık meraklısı gibi isimler taktığımız liderlerden başkası değil.

Grup dinamiklerini eğitimleri sayesinde değil içgüdüsel olarak bilen ve geçmişlerine bakıldığında doğrudan toplumun içinde gündelik yaşamda pişerek yetiştirilen bu az eğitimli ama becerikli liderlerin en büyük özelliği toplumun akla ve mantığı besleyen gerçeklere değil, duygularını besleyecek yalanlara ihtiyacı olduğunu biliyor olmaları.

Siyaseti kitleleri peşinden sürükleyebilmek becerisi olarak tanımlarsak eğer bu konuda kimsenin popülist politikacıların ya da liderlerin eline su dökemeyeceğini fark ederiz.

Bu liderlerin söylemine dikkat ettiğinizde, özellikle şahsi güç ve menfaat arzularını hep "biz", "millet" gibi grubu ifade eden söylemlerin içine gömme konusunda mahir olduklarını görürüz.

Sonuç

Popülizm ve liderler konusunda daha detaylı düşünmeyi sonraya bırakalım ve bir sonuca varalım.

Bizim gibi toplumsal tarihi,  devletle olan ilişkisi ve inanç sistemi tam bir demokrasiyi üretme konusunda ciddi sorunlar içeren, dış etkiyle dönüşen ve bu yüzden kendi içinde "çatlamış toplumlarda" toplum davranışının yalın ve doğal gerçekliğini anlama konusunda çaba sarf etmeden daha iyisini üretmemizi beklemek aşırı iyimserlik olur.

Yapmamız gereken ahlaki ve ilkesel itirazları ve sorunları tartışmaya başlamadan önce insanın ve insan gruplarının doğasını anlamaya çalışmak olmalıdır. Buna ilişkin bu kısa tartışmadan sonra hızlı bir öneri yapmam gerekirse şunları söyleyebilirim.

Toplum olarak ne kadar değeril ve yüce olduğumuz konusunda kendimizi kandırmaktan vaz geçip eksikliklerimizi görmeli, asıl özne olan ve akıl, vicdan ve irade sahibi gerçek kişi olan bireyi grup, toplum ve devlet baskısı ile onu kötü yola sürüklemek için ürettikleri gerekçelere karşı korumalıyız. Ayrıcı çoğunluğun kararına tapmayı bırakmalı ve çoğunluğun yanlış yola sapmasına engel olacak demokratik kurum ve mekanizmaları oluşturmalı, çoğunluğa az olanlar üzerinde tahakküm hakları bulunmadığını ve eşit yurttaşlık diye bir şeyin mecburi olduğunu anlatabilmeliyiz.

Gerisini düşünmeye devam edelim.

Selamla