Türkiye’nin ana siyasi akımı CHP’dir. Resmî ideoloji ile şekillendirilmiş bir devlet partisidir. Koşulların ve konjonktürün dayatması sonucu, CHP içinden ikinci ana akım olarak DP (Demokrat Parti) kurulmuştur. Aynı geleneğe ve benzer değerlere sahip iki parti, daha sonra ‘merkez sol' ve ‘merkez sağ’ olarak nitelendirilmişlerdir.

DP’nin kapatılmasından sonra siyasi geleneğini AP (Adalet Partisi) ile sürdüren “merkez sağ”, zaman içinde özel girişimciliği önemseyerek “liberal sağ” olarak tanımlayabileceğimiz çizgiye oturmuştur.

CHP ise “merkez sol” iddiasını sürdürmüş, “sosyal demokrat” çizgiyi liman olarak seçmiştir.

“Liberal Sağ” ve “Sosyal Demokrat” iddialarıyla birlikte iki siyasi geleneğin de kuruluş ideolojilerinin gereği olarak “devletçi sağ” ve “devletçi sol” çizgilerini bazen açık, bazen de örtülü biçimde sürdürdüklerini belirtmeliyim.

Esas itibariyle devletçilik; Millî Görüş ve Milliyetçi partiler dahil bütün partilerin vazgeçilmez ideolojisi olarak varlığını hep korumuştur.

İki ana akım siyasi geleneğin, darbe ve müdahalelerden sonra zamanla ayrıştığı en önemli kavşak noktası; DP geleneğinin devletçi ideolojiyi koruyarak ancak daha çok halktan ve demokrasiden yana politikalar geliştirme gayreti içine girmesidir.

CHP’nin, özellikle 27 Mayıs Askeri darbesini sahiplenmesi; iki geleneği birbirinden uzaklaştırmış, hatta düşmanlaştırmıştır. Bu ayrışma sonucu olarak AP, milletten ve demokrasiden yana konumlandırılırken CHP de vesayet ve statükodan yana konumlanmıştır.

“Karaoğlan Ecevit” döneminde, CHP’de statükonun zincirleri kırılmak istense de 12 Eylül Darbesi ile siyasetin önü tamamıyla kesilmiştir.

Böylece “merkez sağ”, rakipsiz olarak demokrasinin sigortası olarak algılanmaya başlamıştır. Ancak müdahaleler ve vesayet sistemi, Sağda da siyasetin demokratikleşmesine ve demokrasinin gelişmesine hiçbir zaman imkân vermemiştir.

Ne yazık ki gerçekte “merkez sağ”, batılı anlamda hiçbir zaman liberal demokrasiyi temsil edecek bir anlayışa ulaşmamıştır. Merhum Özal’ın “liberal demokratlığı” da kendisiyle sınırlı kalmış ve gelenekselleşmesine imkân verilmemiştir.

Dört eğilimi tek merkezde (ANAP) bir araya getirmeyi başardığı halde, iktidar gücü zayıfladıkça demokrasiden uzaklaşmış, tek eğilimin hakimiyeti ortaya çıkmış ve sağa kaymıştır.

ANAP’ın bir taklidi olarak ortaya çıkan AK Parti’de ise durum daha vahim hale gelmiştir. Günümüzde “Millî Görüş-İslamcı-Sağcı-Milliyetçi-Sosyal demokrat-Merkez-Muhafazakâr-Kürt-Alevi” gibi eğilim ve farklılıkların varlığından dahi söz edilemez.

Bir partiden ziyade lidere sadakatle bağlı bir “cemaat” görüntüsü vermektedir. Siyasal anlamda herhangi bir yelpazeye yerleştirmek doğru değildir, bir siyasi gelenek oluşturması da mümkün görünmüyor, diye düşünüyorum.

Esas itibariyle lidere milli veya dinsel sadakat, otoriter siyaset ve siyasete müdahale gibi Türkiye siyasetinin hastalıklı yapısı, demokratik siyasetin ve demokrasi geleneğinin oluşmasını engelleyen faktörlerdendir.

En önemli engellerden birisi de siyasetin; Kürtler başta olmak üzere farklı unsurları, inanç ve dini farklılıkları demokrasi projesine dahil etmek istememesidir. Farklı kesimlerle siyasi ilişkiler daha çok seçim dönemlerinde çıkar ve hamaset merkezli olarak geliştirilmektedir.

Ne yazık ki “merkez siyaset” ihtiyacı da buradan doğmaktadır. Merkezden, yani devlet ve resmî ideolojiden uzaklaşan farklı unsurları ve çevreyi yeniden devlete yakınlaştırmak, devlet imkanlarından yararlandırarak özgürlük ve hak taleplerinden vaz geçirmek veya en azından pasif ve edilgen duruma düşürmektir.

DP ve ANAP geleneğini sahiplenerek iktidar olan AK Parti; başlangıçta “demokratik siyaset” görüntüsü vererek çevreyi merkeze taşırken, çevrenin değer yargılarının tamamını da değiştirmiş, adeta “alın görün işte çevre bu” dercesine geçmişten de koparmıştır.

Bu durumda merkez ve çevreyi neye göre tanımlayabiliriz?

Siyasal ve toplumsal ihtiyacımız olan makuliyetin ve demokrasinin teminatı olarak tanımlanan DP-AP ve ANAP geleneğinin, başka bir tanımla ‘Merkez Siyaset’ anlayışının çökmüş olduğunu ve inandırıcılığını yitirdiğini düşünüyorum.

AK Parti hamaseti ve demokrasi istismarı kadar DP ve ANAP geleneğini temsil iddiasındaki siyasi çevrelerin devletçilik, milliyetçilik ideolojisine yakınlaşmaları da Merkez siyasetinin çöküşünde etkili olmuştur.

“Merkez” iddiasından amaç “ortaya karışık” bir siyasi sipariş ise konjonktürel olarak aranır ve uygun bir hale gelmiş olduğu söylenebilir. Ancak aslı varken yeni bir parti kurmaya gerek olduğunu düşünmüyorum.

Her kesimi kucaklayacak ‘Merkez Demokrat Partisi’ vardır. İddialarıyla, ilkeleriyle, tüzük ve programıyla yeni bir partiye ihtiyaç bırakmayacak kadar açıkça merkezi temsil edecek bir anlayışa sahiptir. İktidara karşı hayatı pahasına dik duran, tehditlere rağmen mücadelesinden geri durmayan mütevazi ve birikimli bir Genel Başkanı (Prof. Dr. Abdurrahim Karslı) ve nitelikli bir ekibi var.

Siyasetin dışında kalmış çok sayıda birikimli ve deneyimli siyasetçilerin bu partide bir araya gelerek muhalefet blokunu güçlendirmeleri mümkündür.

“Tek Adam” rejimine ve ceberut yönetim sistemine karşı muhalefet partilerinin de çabalarını küçümsememek gerekir.

Sayın Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun gayretleri, HDP’nin mücadelesi küçümsenemez. Kemal Kılıçdaroğlu ise tarihi bir misyon üstlenmiş durumda. Her türlü baskı, tehdit ve linç girişimlerine rağmen iktidar karşısında dik bir duruş sergilemeye devam etmektedir.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun aşamadığı engel, kanaatime göre CHP’nin kurumsal geleneğidir. Merhum Ecevit’in de değişim başarısızlığının nedenlerinden birisi bu gelenekti. Sosyal demokratların CHP’ye mesafe koymalarının da gerekçelerinden biri budur.

Partilerin politika değişimi, demokratikleşme çabaları elbette kendi meseleleridir.

Merkez Demokrat Parti veya DP-AP-ANAP geleneğini temsil edecek yeni bir parti, demokrasi ittifakını daha da genişleterek Türkiye’yi içine düştüğü belirsizlikten aydınlığa çıkarmaya büyük katkı sağlayacaktır.

Kanaatime göre yeni dönemde Millet İttifakı’na veya partiler ittifakına değil, Demokrasi İttifakı’na ihtiyaç vardır. Söz konusu ittifak; parti üyesi olmayan ortak bir Cumhurbaşkanı adayı ile hayata geçirilmelidir.

Bu nedenle AK Parti ve MHP tabanın da dahil olabileceği bir demokrasi zemini oluşturmak ve demokraside ittifak etmenin yolunu açmak tarihi bir sorumluluktur. Ayrıca Demokrasi’de ittifak; geniş kitlelerin AK Parti’den güvenle ayrılmasını sağlayacak bir liman olacaktır.

Kişisel olarak benim arayışım bir parti veya konjonktürel bir siyaset değildir, demokrasi ve hukuk devletine yöneliktir. Demokrasinin siyasal zemin, hukukun toplumsal ve kamusal güvence olmayacağı bir arayışın sorunlarımıza çözüm olacağını mümkün görmüyorum.

Bizim için ülkemizin geleceği ve toplumsal barışımız önemlidir. Bunun da adaleti esas ve gaye edinecek eşitlikçi-özgürlükçü-çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile ancak mümkün olabileceğine inanıyorum.

Abdulbaki Erdoğmuş