Siyasal kargaşaların, çatışma ve iç savaşların yoğun olarak yaşandığı, sahabenin, âlimlerin ve peygamber neslinin hunharca öldürüldüğü bir dönemle yüzleşmeden sahih ve doğru olana ulaşmak elbette mümkün değildir. Acımasız ve zalim olanların hüküm sürdüğü ve dini referansların egemenler için pervasızca uydurulup kullanıldığı bir zulmet devrinden söz ediyoruz.

Bunun en açık örneklerinden biri; meşru Halife ve Emir’ul-mü’minin Hz Ali’ye isyan eden ve yaklaşık 80.000 Müslümanın ölümüne sebep olan Müsaviye b. Ebu Süfyan’ın, Hz. Ali’den sonra dört halife gibi meşru Halife ve Emir’ul-müminin olarak kabul edilmesidir. Bununla da yetinilmeyip Sünni ulema tarafından isyan, dini ve meşru bir mücadele çerçevesine alınıp “içtihat farkı” olarak kabul edilmiş, Muaviye’ye dini bir dokunulmazlık verilmiştir.

Daha vahim olanı; Muaviye’nin bazı uygulamaları daha sonra Sünni fıkıhta referans verilmiş, rivayetleri “Hadis” için kaynak olarak gösterilmiş ve günümüze kadar da tazim ve ihtiram ifadesi olan “hazret” ön ismi ile anılmaya devam edilmiştir.

Siyasi dehasına, entelektüel bilgi ve birikimine, devlet ve siyaset aklına itibar edilmesini yadırgamıyorum. Bizans ve Arap kültürü sentezinden bir devlet yönetimi oluşturması, üzerinde konuşulacak, tartışılacak, araştırmalar yapılacak, tezler yazılacak bir öneme sahiptir. İslam’ın motivasyonu ile Kabile toplumlarından bir İmparatorluk kurmak, yeni bir medeniyetin yolunu açmak büyük bir siyasi başarıdır. Sorun, siyasi başarısı değil, bu başarıyı din ile meşrulaştırmak ve Hz. Ali’ye isyanını İslam içinde değerlendirmektir. Dini geleneği kirleten bu anlayıştır. Bu anlayışın ve yaklaşım tarzının “İslamsız bir Müslümanlık” geleneği oluşturduğunu söylüyorum. Yüzleşmemiz gereken de bu anlayıştır.

Dikkatinize sunmak istiyorum: Mute savaşında 100.000 (Yüz bin) kişilik Bizans ordusuna karşı 3000 (üç bin) kişi ile karşı koyan Müslüman ordusunda şehit edilen Müslümanların sayısı sadece 70 (yetmiş) kişi iken, Muaviye’nin Hz Ali’ye karşı başlattığı isyanda sadece Sıffin savaşında 70.000 (yetmiş bin) Müslüman öldürülmüştür. Yalnız bu tablo karşısında dehşete düşmüyorsak, sorgulama ve yüzleşmeyi gereksiz, faydasız görebiliyorsak, hakikati öğrenmekten kaçıyorsak, bu durumu “İslamsız Müslümanlık” geleneğimiz dışında nasıl tanımlayabiliriz?

Peki, ya Cemel Savaşı’na ne demeli? İlim, ahlak, adalet, erdem, marifet timsali Hz. Ali’ye karşı yapılan bu savaşta, çoğunluğu sahabe olmak üzere ölen Müslüman sayısı 10.000 (on bin) kişidir. Mekkeli müşriklerin İslam’a, onun muazzez peygamberine ve Müslümanlara karşı başlattığı imha savaşı olan Bedir’de, düşman saflarında Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Ümeyye b. Halef, Halit b. Velit gibi en azılı ve ileri gelenler olmasın rağmen ölen Müslüman sayısı 14 (on dört) kişidir. Hz. Hamza’ın şehit düştüğü Uhut Savaşı’nda ölen Müslüman sayısı ise 70 (yetmiş)’tir. 14 asırdır, Bedir ve Uhut’a ağlarken Cemel ve Sıffin Savaşlarında ölen on binlerce Müslümanı “içtihat farkı”na bağlamak nasıl bir İslam tezahürüdür? İslam, ahlak, vicdan bu anlayışın neresinde? Böyle bir Müslümanlığın İslam ile şekillendiğini nasıl ve hangi yüzle iddia ediyoruz?

“İnsanlar, (sadece) "İnandık!" demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Evet, andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık; o halde (bugün yaşayanlar da sınanacak ve) elbette Allah, doğru davrananları ortaya çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir.” (Ankebut/29: 2,3)

Haklıya haklı, haksıza haksız denilmemesi, bir dönem için maslahatın gözetilmesi olarak izah edilebilir ancak sorun bandan ibaret kalmıyor, tarih boyunca bu tutum ve davranış biçimi dini referanslarla meşrulaştırılarak bir toplumsal geleneğe ve toplumsal kültüre dönüştü. Haksız ve zalim de olsa “Ulu’l-Emre itaat” bir dini gereklilik olarak ortaya kondu. Kuşkusuz bu tutum İslam ve ahlaka mugayir olduğu için buna İslam dememiz mümkün değildir. Peki, dini gereklilik olarak görülen bu anlayışı nasıl tanımlayacağız? Biz de, geçmiştekiler gibi bunca felaketlere sebep olmuş iç savaşları, siyasi ve kabile mücadelelerini, Muhammed’ül Emin, Masum ve Muazzez peygambere atılmış iftiraları, akıtılan bunca Müslüman ve Ehl-i Beyt kanını dikkate almadan olup bitenleri “içtihat farkı” olarak görmeye devam mı edeceğiz?

Geçmişte bu tutumu sergileyenlerin makul gerekçeleri, mazeretleri olabilir ancak günümüz bilgi çağında bunları gizlemenin, sümenaltı etmenin bir gerekçesi de, imkânı da yoktur. Geçmiştekiler de sınandılar, bizler de bugün sınanıyoruz. Onlarla ilgili hükmü Allah verecektir. Bize gelince, İslam istikametinde olmadan “Müslümanım” demekle doğru istikamette olduğumuzu sanıyorsak yanılıyoruz.

“İnsanlar, (sadece) "İnandık!" demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?

Evet, andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık; o halde (bugün yaşayanlar da sınanacak ve) elbette Allah, doğru davrananları ortaya çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir.” (Ankebut/29:2,3)

Devam edecek…

Abdulbaki Erdoğmuş