İslam Toplumunun Kemirgenleri: Münafıklar!






Ahmet KACIR





















MEDİNEHABER.COM; Münafık, inanmadığı halde kendisini inanmış gibi gösteren kimsedir. Münafık kelimesi tükenmek, alış verişin artması, yaranın kabuk bağlaması, ölmek ve yok olmak, tarla faresinin yuvasının deliği gibi anlamlara gelen n-f-k kökünün türemiştir. Nifakın durumu, kelimenin etimolojisine ve anlam yapısına işaretle tarla faresinin gizlenmekle ilgili aldığı tedbirlere benzetilmiştir. Nitekim tarla faresinin yeraltında yuvasına inen iki yolu vardır. Bu yuvanın deliklerinden biri tamamen yeryüzüne açıktır. Hayvan bu açık delikten girip çıkar. Diğeri ise gizli ve kolay açılacak şekilde kapalı bir kapıdır. İhtiyaç duyduğunda tarla faresi bu kapalı deliği kafasıyla vurarak açabilir. Tarla faresini belirgin olan delikten avlamak isteyen biri olduğunda fare diğer gizli delikten kaçarak kurtulur. Bu sebeple münafık “dinin bir kapısından girip diğerinden kaçan çifte şahsiyetli kimse” olarak da tanımlanmıştır.[1]

Münafığın bu isimle adlandırılmasının sebebi kendinde gizlenmesi gereken saklı bir kimlik taşıması ve bu kimliğin hedef olduğunu düşünmesidir. Bu sebeple tarla faresinin kovuğunda yaşaması gibi münafık da inancını itikadî bir kovukta besler. Oysaki Kur'ân’ın “İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır.”[2]  âyetiyle işaret ettiği gibi kalp ve dil arasındaki zıtlığı yaşarlar. İçi dışına muhalefet eder.

İkinci benzerlik tarla faresinin iki deliği olduğu gibi münafığında iki güzergâhı vardır. Yani münafık devamlı girişli ve çıkışlıdır. İmanın doğası ise sadece girişi olan ve çıkışı asla bulundurmayan bir yapıdadır. Münafık, zahir ve batında ayrı yolları takip eder. Zahiri görünen yüzeydeki yüzü iken, içinin derinleri, kovukları, delikleri vardır.

Üçüncüsü ise münafığın hile ve tuzak kurma becerisi tarla faresininkine benzetilebilir. Tarla faresinin kaçış deliğinin dışı düz toprak iken ve kapalı gibi gözükmekteyken, iç tarafı kazılmış topraktır. Zorluk anında konumunu değiştirmek için hileyi önceden hazırlamıştır. Kaçış deliği de girdiği deliğin tam tersi istikamete çıkmaktadır. Münafığın da dışı Müslüman, içi ise kâfirdir. Münafık İslam’ı açığa vururken, küfrünü gizlemektedir. Hem Allah ile ilişkisinde hem de insanlarla iletişiminde ikircikli bir yapıya sahiptir. Demek ki nifak, İslam’a bir kapıdan girip diğerinden çıkmaktır. Bu aşağılık kişilik yapısı sebebiyle de haklarında “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın”[3] buyrulmuştur.

Dördüncüsü de münafık ürünlere zarar veren tarla faresine benzetilmiştir. Gizlenerek ve kovuklarda saklanarak zararını icra eder. Bu anlamda ifade etmek gerekir ki münafık Müslüman tarlasında ürer, ambarlarında gezer. Tarlaya ve ürüne zarar verir ve tarla sahiplerinden gizlenmeye yönelik de tedbirler alır. Bir anlamda yuvasını Müslüman tarlasına kurmuş bir varlıktır münafık. Ne direnebilecek gücü vardır, ne de kişiliği ile rolü aynı olabilir. Münafık ancak haşere bir tavırla, sinik bir metot izler. Dışarıda nasıl görünürlerse görünsünler sinsi ve korkaktırlar. Mücadeleden, hesaplaşmaktan ve savaştan endişe duyan bir karakterdedirler.[4] Bir kısmının da korkudan kaynaklı psikolojik zayıflığı, onları tereddüt içerisinde bırakmıştır. Şaşırmışlardır.

İmanla küfür arasında kalan münafığın psikolojik durumunu Efendimiz (sas) iki sürünün ortasında durup nereye katılacağını bilemeyen koyuna benzetmiştir.[5] Diğer bir hadiste ise münafığın kararsızlığı Efendimiz (sas)’ın verdiği bir temsille anlatılmıştır. Bir nehir kenarında üç kişi vardır ve bunlar mümin, münafık ve kâfir karakterlerini temsil eder. Önce mümin suya atlar ve karşıya geçerken münafığı “bu tarafa gel” diye davet eder. Suya atlayan münafık ortaya kadar gelmişken bu seferde kâfir onu kendine çağırır. İki nida arasında duran ve bocalayan münafık dalgalar arasında boğulur gider.[6]Kimlik tercihinde net olmak, gerçekçi olmak ve hayatla yüzleşmek bir şekilde ayakları karaya basmak iken, asıl risk inancı konusunda tereddüt içerisinde olanındır. Dünya ve ahiret arasında kalıp ikisini de kaybetme ile sonuçlanan bir akıbet münafığı bekler.

Hakkın Gücünde İman, Batılın Zayıflığında Nifak Yetişir

Zıtlık eşyanın doğasında vardır. Zıt kutuplar olan mümin ve kâfir, inanç konusunda temel tarihsel iki karakterdir. İman ve küfür, gerçekçi iki tavırdır. Mekke’de yeşeren iman, karşısında durduğu küfre bir meydan okuma şeklinde büyümekte idi. İman, ödenmiş bedellerle, seçilmiş zorluklarla, tercih edilmiş mücadele biçimleriyle ve iradî tavırlarla örgü örgü işlenmiş kesin inançtı. Hesapsız ve pazarlıksız bir kabuldü. Küfrün iktidarı, imanı ateşlendirmekten başka bir işe yaramadı. Oysa İslam gücü ele geçirince işler değişecekti. İmanın iktidarı ile değişen sosyolojik durum sebebiyle küfrün yanına yeni bir karakter daha eklenecekti.

Sosyolojiden psikolojiye ve psikolojiden de sosyolojiye bir tesir vardır. Kültürel değişimin hızlı olduğu dönemlerde inancın psikolojik motivasyonunu yakalayamamış kimselerin ve inanç merkezli yeni yapılanmaya tam uyum sağlayamayan insanların yüreklerinde kritik bir hastalık baş gösterir. Bu kalp hastalığının belirtisi tereddüt, sonucu kin ve hınç ateşi ile yanıvermektir. “Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah’ın kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sanmaktadırlar. Biz dileseydik, onları sana gösterirdir; böylece sen de onları yüzlerinden ve konuşma tarzlarından tanımış olurdun. Allah, gerçekten de eylemlerinizi bilmektedir.”[7]

Bu hastalık, tereddütle, benimseyememe illeti ile başlar, ikiyüzlülük, hınç ve düşmanlıkla ilerler. Türedi bir kimlik veya temeli menfaat olan bir kişilik problemi oluşturur. Çünkü imanın iktidarı öyle kesin bir tercihte bırakır ki insanı, Hakk gelir ve batıl zail olur. Batılın zail oluşu onun tamamen yok olması değil, artık toplumsal ve siyasî alanda icra gücünü kaybetmesi, itibar gövdesinin devrilmesidir. Yoksa küfrün kökleri toprak altında her zaman gizliden yaşamaya devam eder. Münafıklar açısından ise imanın iktidarında inkârları sadece görünen alandan çekilmek zorunda kalmıştır. Fakat bu bir geri çekilmeden ibarettir aslında. Yani zahirde ki durumunu koruma adına, görüntüyü değiştirme ve batınında ise gizli kimliğe geri çekilme. Çünkü imanın iktidarında hüküm zahire göredir. Müminler bilirler ki işler kullardan gizlenebilir ama Allahtan asla saklanamaz. O, kalpleri bilir. Ve bu karakteri bize onu en iyi tanıyan ve gören Allah bildirmiştir.

“Hem etrafındaki bedeviler hem de Medine halkı arasında ikiyüzlülüğü huy edinenler bulunmaktadır. Sen onları bilmezsin; ama Biz biliriz. Bu yüzden biz onları iki kere cezalandıracağız. Onlar, sonra da çok büyük bir azaba götürüleceklerdir.”[8]Bu karakterin adı münafıktır.

Münafık inancını bile temsil etmekten aciz bir varlıktır. İradesindeki bu acziyet, yaşamı yalancı bir sahneye, kendilerini de rol yapmak zorunda kalan oyunculara çevirir. Gerçi rol yapmayı bilmek ve düzen kurmayı sevmekle sonuçlanan bu tehlikeli kişiliksizleşme sürecinin  potansiyel tehditler taşıdığını da vurgulamak gerekir. İşte tam bu noktada Allah, münafıkların acziyetinin nasıl sinsi bir hınç kültürüne ve adi ihanet biçimlerine evrileceği konusunda müminleri uyarmış ve Kur’ân, bunların içyüzlerini deşifre ederek zihniyetlerini analiz etmiştir. “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?”[9]

Efendimiz (sas)’in asr-ı saadetlerinde örgütlü nifak hareketleri Medine döneminde ortaya çıkmaya başlamıştı. Nifakın Medine’de ortaya çıktığının nedenleri açıktır. Nitekim Fahr-i Kainat Efendimiz (sas) ve ilk müslümanlar Mekke’de bir kuvvet ve otorite sahibi olmadıkları gibi yurtlarından dahi çıkarılmışlardı. Bu durumun sosyal, ekonomik ve siyasî menfaat veya korku üretmesi tabi ki düşünülemezdi. İslam’ın iradesi henüz toplumda bağımsız bir aktör olarak ortaya çıkmamış bir nitelikte idi. Böyle bir durumda güce göre konum alan tıynetteki insanların yalakalık yapması,  yakınlık kurması ve bu konuda ikiyüzlü tavırlar içine girilmesi düşünülemezdi.

Küfür güçlü bir aktör iken hakaret, işkence, tehcir ve öldürme gibi yöntemleri zaten tercih ediyordu. İki kutuplu bir inanç düzleminde ortaya konan zulümler müminlerde herhangi bir geri çekilmeye de neden olmuyordu. Fakat Medine Müslümanlaşınca, Evs ve Hazrec muhacirlere destek olunca, Ensar’daki sıfat ve potansiyel, muhacirlerde temsil edilen zata, zatî hakikate kuvvet vermişti. Böylece İslam’a alenen düşmanlık ve fiili zarar verme imkânı ortadan kalkmış, itibar ibresi imandan yana dönmüştü. Artık İslam davasına ve nüfuzuna karşı çıkanların inançlarını ve düşmanlıklarını açıkça ortaya koymaları mümkün değildi. Artık kinlerini yutmak, hınçlarını saklamak zorunda olan bir topluluk olarak kalmak zorundaydılar. İşte bu durum, münafıkların büyük bir şahsiyet zaafı içinde olduklarını, öte yandan da tehlike oluşturacak kompleks imkânlara sahip oldukları anlamına gelmekteydi. Çünkü acizdiler fakat önlerinde Müslüman suretinde gözükme, plan ve tuzaklarını gizli gerçekleştirme, oyun ve komplolarını sinikçe yürürlüğe koymak gibi yollar vardı. Hesap edilemeyen sinsi bir düşman doğmakta ve varlığını her devirde devam ettirecek hain bir zekâ inşa edilmekteydi.