Günümüzde kendi sakinleri tarafından memur kenti diye isimlendirilen Elazığ,  konut imalat/yap-sat sektörü hariç tutulduğunda genel itibariyle basit tüketim ürünleri ve inşaat malzemeleri ticareti ile sınırlı sayıda inşaat malzemesinin üretildiği sığ bir ekonomik temel üzerine kuruludur. Tarihin başlangıcından bu yana madencilik, her tür metal işlemeciliği, tarım, arıcılık, hayvancılık, dericilik, bağcılık ve ipek üretiminin endüstriyel düzeyde yapıldığı Elazığ’da güncel genel ekonomik faaliyet, tıpkı ekilip biçilmeyen bereketli ama bakımsız kendi toprakları gibi çoraklaşmış, kalmıştır.

Bu durum bugün öylesine bir noktaya varmıştır ki;  yerel halk bölgede doğal koşullarda kendiliğinden yetişen ve dünya çapında yer edinmiş badem, ceviz, dut, üzüm, şıra gibi yöresel ürünlerinin ne üretimini, ne de ticaret ve pazarlamasını yapabilmektedir. Elazığ bugün, Allah vergisi doğasının yarattığı şifa kaynağı mucizevi ürünlerini kendi nüfusunu besleyecek miktarda dahi üretemez duruma düşmüştür. Oysa, Amerika, Romanya ve Ukrayna gibi ülkelerden döviz karşılığı satın aldığımız bu ürünler Elazığ’ın tarihsel, geleneksel ve vazgeçilmez kuru gıda ürünleri olup, bu alandaki özgünlüğünü ziyadesiyle kanıtlamış olduğu ürünlerdir.

Elazığ ekonomisi 1900 yılına kadar endüstriyel ölçekte ipek, deri, 1975 yılına kadar ise tahıl ürünleri başta olmak üzere un, bağcılık ve küçükbaş hayvan üretimi yapmış olmasına karşın, günümüzde bu ürünlerin hiç biri endüstriyel boyutta üretilmemektedir. Bununla birlikte doğal kaynakların taşıdığı ve barındırdığı potansiyel açısından bu ürünlerin Elazığ sınırları içinde eskiden olduğu gibi endüstriyel ölçeklerde yine üretilmesi önünde hiçbir engel yoktur. Genel ülke politikasına uygun olarak yerel idarenin yapacağı kalkınma planları, alacağı tedbirler ve gerçekleştireceği denetimler sayesinde bu zenginlik şehir ve ülke ekonomisine hızlıca kazandırılabilir.

Türkiye’nin ikinci en büyük hidro elektrik santraline sahip olması hasebiyle hiç su sıkıntısı çekmeyen Elazığ’da tarım bugün, neredeyse yok olma safhasındadır. Fırat nehrinin beslediği kadim kuzey Mezopotamya topraklarının bağrında yer alan Elazığ’ın hiç değilse bitkisel tarımda kendini idare eder duruma gelmesi en büyük ideal ve hedefimiz olmalıdır.

Benzer biçimde, Dicle nehrinin anası konumundaki Hazar Gölü’nün hemen yanı başında yer alan ve bereketiyle bilinmesine karşın, aynı akıbete maruz kalan Bermaz ovası da uzun yıllardır atıl durumdadır. Tıpkı tüm diğer Fırat kenarındaki su deltaları ve bereketli ovalarımızın olduğu gibi…

Halbuki bu toprakların insan nüvesinde üretmek, yapmak-etmek, ortaya getirmek, ekip-biçmek ve bunların sonucunda elde edilen maddi-manevi zenginlikle de iliklerine kadar dayanışma içinde yaşayan bir toplum ve her toplum kesimine adil olan bir devlet olma anlayışı vardır. Bugün başımıza dert olmuş toplumsal sorunların üstesinden gelmek ve devletimizin başına kutuplaştırıcı siyaset eliyle sırf iktidar olma-kalma amacıyla örülmüş çorapların yanı sıra, üzerine giydirilmiş deli gömleğini de çıkarıp atma ve tepesinde adeta demokrasinin kılıcı gibi sallanan müesses nizamı yerle bir edebilmek için benliğimizde bulunan o nüveyi ortaya çıkarmamız gerekmektedir.   

Karasu ile Murat’ın birlikte Fırat olduğu, Dicle nehrinin ise hem doğduğu, hem de ismini aldığı, dünya medeniyetinin ilk filizlendiği, tarım toplumu temelinde insanın ilk devletli toplum denemelerini yaptığı bu kadim topraklarda tarım, insanın söylemeye hiç dili varmasa da maalesef bitme noktasındadır…

Atalarımıza saygı ve hürmetin, gelecek nesillere karşı da taşıdığımız sorumluluğun ilk koşulu olarak bu topraklarda çağdaş tarımı tarihine yaraşır şekilde tekrar canlandırmak ve yeşertmek zorundayız. Her şeyin ötesinde bu evlatlarımıza karşı boynumuzun borcudur. Üstelik bu, pandemi sürecinde dünyanın üzerinde kafa patlattığı ve ciddi endişe duyduğu toplumsal beka meselesine (gıda güvenliği) dönüşmüş çok temel bir sorundur. Bu gerçeklik karşısında bugüne kadar kafasını kuma gömmüş bizlerin de, artık bunu görmezden gelecek bir manevra alanı kalmamıştır. En hızlı şekilde bu meseleyle yüzleşmek ve tedbir almak durumundayız.

Toplumsal ve ondan kaynaklı tüm bireysel sorunlarımızın üstesinden gelebilmek için tıpkı Karasu’nun Murat’la buluştuğu, Peri suyunun Fırat’a karıştığı, Fırat ve Dicle’nin binlerce kilometre ötede Basra’da birbirine olan özlemini giderdiği gibi biz de birbirimizi ayırt etmeden, birbirimizin farkına varma ve her birimizin farkındalığına hürmet etme erdemiyle kaynaşarak Türkiye toplumu olma yolunda sebatlı ama emin adımlarla ilerlemeliyiz. Dil, din, mezhep ve cins ayırt etmeden aramızdaki tüm meseleleri çözümle taçlandırmanın yegane yolu budur. Medeni milletler, tüm iç meselelerini bu metotla çözüme kavuşturmuş olmanın haklı gururunu demokratik bir siyasal sistem içinde refaha erişerek kutlarlar.

Adına, 1980’li yıllardaki gibi kooperatifleşme ya da 2005’li yıllarda söylendiği şekliyle kentsel dönüşüm densin, bir Türkiye parodisi gibi her 25 yılda bir yıkıp övüne övüne tekrar yaptığımız inşaatlardan üretilen gelirle milletimizi zenginlik ve refaha kavuşturamayız. Yaptığımız akıl ve izan dışı bu şeyin adı sonuçları itibariyle olsa olsa, kaynakların yanlış ve kötü kullanılması olur ki, bu da  günün sonunda kendimizi kandırma ve toplumsal fakirleşme şeklinde karşılık bulmaktadır. Ömrünün en az 70-80 yıl olması gereken betonarme evlere, yirmi beş yıl sonra bir daha para ödemenin adına başka ne denebilir ki?  Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizlerin kökeninde kaynakların yanlış kullanılması ve talan edilmesi vardır. Bu özellikle son yıllarda öylesine bir hal aldı ki, artık maalesef su, toprak ve hava da (kültürel değerler de) dahil olmak üzere elimize geçirdiğimiz her şeyi talan etmek gibi kendimize doğal hak gördüğümüz bir davranış içine girmiş bulunuyoruz.

Her şeyden evvel ilk yapılması gereken şey ülke boyutunda geçerli bir tarım ve hayvancılık politikasına sahip olmaktır. Bu olmadan tarım ve hayvancılık konusunda “şöyle yapacağız, böyle edeceğiz” türünden siyasal vaatlerin olumlu bir sonuç doğuracağını beklemek beyhude bir beklentidir. Tüm ülke düzleminde mahiyeti olan uzun vadeli ve kalıcı politikalar yapılıp uygulamaya konulmadan konuşulacak ve yapılmak istenecek hiçbir şey amacına ulaşmayacaktır.